Cumartesi, Haziran 03, 2006

fotoblog I




Bülent Ortaçgil'den /Sensiz Olmaz

Bu sabah yalnız uyandım
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Tanıdık kokular yok
Sensiz olmaz
Kahvaltım anlamsızdı
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
İlk sigaram bile tatsızdı
Sensiz olmaz
Anlaşılan alışmışım
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Bir verdiysem iki almışım
Sensiz olmaz
Aşk bir dengesizlik işi
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Dengeye dönüşen bir sevgi
Sensiz olmaz

Yine kendi kendime sormadan duramadım
Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım

Yalnızlık zor, sokaklar çıkmaz
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Hep tekdüze, herşey dümdüz
Sensiz olmaz
Anlamak çözmeye yetmez
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Biraz telaşlı, huzursuz
Sensiz olmaz

Yine kendi kendime sormadan duramadım
Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım

Gece gelmiş, yatağım boş
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Sen uzaktasın, ben uzanmış
Sensiz olmaz
Anlamak çözmeye yetmez
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Biraz telaşlı, biraz huzursuz
Sensiz olmaz

Yine kendi kendime sormadan duramadım
Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım

Cuma, Haziran 02, 2006

Hera'nin Kaleminden/Bekliyorum Öyle Bir Havada Gel ki Vazgeçmek Mümkün Olmasın XVII

Hayata tekrar katıldığı gündü bugün Onun.Bir gün sonra hastaneden çıkıyordu ,

hayatına tekrar entegre olacak yeni bir başlangıç yapacaktı.Son tahlillerine kadar

yapılmıştı hastanede.Tatlı bir yorgunluktu tüm bunlar Onun için.Hayatının en özel

anılarıyla dolu hastane defteri geride bir çok acı-tatlı anı bırakmıştı.

Anlamıştı ki hayat pamuk ipliğine bağlı.Gün geliyor yenileniyor her şey.Hayatı

anların kıymetini bilerek yaşamak gerek...

Hera'da acayip korkular vardı bugün.Yaşadığı tüm sevince rağmen Onu kaybetmekten

korkmuştu.Baezn öyle olur ki anlık yılmalar yaşar insan.Dayanır dayanr yakınına

kadar gelince keybetmekten korkar.İncitmekten zarar vermekten korkar.

Alıştığı bir yaşantısı vardı Onun.Sevdikleri hayatının bir parçası olanlar.

Bunu Ona yapmaya hakkım var mı diyordu Hera.

Onu seviyordu ...Seviyordu ...

Gitme yoksa içerim bütün uyku haplarını
Sonra karıştırırsın ruh kitaplarını
Bir mektup yazarım "hep seni sevdim"le biten
Sonra artık hesap et bir daha olur mu hiç neşen?
Gitme yoksa atlarım en yakın köprüden hafızaya gerek yok bu olur tek hadisen
Gitme yoksa katlederim bizim yan komşuları
sanra polise derim
öldürmüş masumları
Gitme dünyam dönsün dönsün
dünyam dönsün dönsün
ben hiç kimse ölsün mölsün istemem
Gitme yoksa yolum düşer kiralık katillere
Sonra vurup durursun ıssız sahillere
Gitme yoksa adım geçer akşam haberlerinde
gitgide yaşlanırsın
bir akıl hastanesinde
Gitme...

Al Beni Götür Gittiğin Yere

SEN GİDELİ SEVGİLİM BAHÇEMDE GÜLLER AÇMIYOR
GECELER BİTMEK BİLMİYOR GECELER BUZ GİBİ
SABAH OLMUYOR
ŞİMDİ BEN SENSİZ NASIL YAŞARIM SÖYLE ŞİMDİ BEN SENSİZ NEYLERİM SÖYLE
SON BİRKEZ GÖREBİLSEM SENİ TUTSAM DOKUNSAM ELLERİNE
YOKLUĞUN DAYANILMAZ OLDU HASRET KALDIM GÜLYÜZÜNE
ŞİMDİ BEN SENSİZ NASIL YAŞARIM SÖYLE
ŞİMDİ BEN SENSİZ NEYLERİM SÖYLE
SÖYLE BEN SENSİZ NASIL YAŞARIM SÖYLE
AL BENİ GÖTÜR GİTTİĞİN YERE
İSTERSEN VUR YERDEN YERLERE
NE OLUR AL BENİ GÖTÜR GİTTİĞİN YERE
YETERKİ YETERKİ TERK ETME
NE OLUR AL BENİ GÖTÜR GİTTİĞİN YERE
İSTERSEN VUR YERDEN YERLERE
NE OLUR AL BENİ GÖTÜR GİTTİĞİN YERE
YETERKİ YETERKİ TERK ETME
BEKLEDİM SENİ GECELERCE YARALI CEYLAN MİSALİ
ARDINDAN DÜŞTÜM ÇÖLLERE MECNUNA KOŞAN LEYLA MİSALİ
ŞİMDİ BEN SENSİZ NASIL YAŞARIM SÖYLE
ŞİMDİ BEN SENSİZ NEYLERİM SÖYLE
SÖYLE BEN SENSİZ NASIL YAŞARIM SÖYLE
AL BENİ GÖTÜR GİTTİĞİN YERE
İSTERSEN VUR YERDEN YERLERE
NE OLUR AL BENİ GÖTÜR GİTTİĞİN YERE
YETERKİ YETERKİ TERK ETME
NE OLUR AL BENİ GÖTÜR GİTTİĞİN YERE
İSTERSEN VUR YERDEN YERLERE
NE OLUR AL BENİ GÖTÜR GİTTİĞİN YERE
YETERKİ YETERKİ TERK ETME.

Ayşegül Aldinç

BEDENİN MÜZİĞİ CAZ...






Zencilerin içinde bulunmak zorunda kaldıkları gerçekliği, yarattıkları müziğin bağlamları içinde anlamak mümkündür. Zencilerin bir müziğe ihtiyaçları vardır; kendilerinin olan bu müziği ayakta tutmak zorundadırlar; çünkü başka şeyleri yoktur.



Blues, XIX. Yüzyılda, genellikle siyah kölelerin çalışırken söyledikleri ruhani ezgilerden kaynaklanan bir Amerikan folk müziğidir. Cazın doğuşunda ve gelişiminde önemli etkisi vardır. Şarkıların sözleri genel olarak yalın ve abartısız bir ifade taşır. Karşılıksız sevda, ekonomik sıkıntı gibi konular, çoğu zaman hüzünlü bir yorumla işlenir. Bazen de açık saçık sözler, sert ve bıkkın bir ifadeyle hüznün yerini alır.

Blues'da şarkıcının hem melodik, hem de ritmik özgürlüğü çok fazladır. Standart bir blues parçası devamlı tekrar edilen 12 mezürden ve 3 temel akordan oluşur. Bu akorlar, çalınan tonun (gamın) 1., 4. ve 5. derecelerinin isimlerini alan akorlardır ki bunların majör, minör hatta 6'lı 7 'li olmaları isteğe bağlıdır. Caz müziği içinde 'blues' sözcüğü, halen cazın en temel armonik yapısı olan bu 12 ölçülük biçimi anlatmak için de kullanılır.

Caz'a gelince, Avrupalıların çoğunun 'caz' ile ilk ilişkiye geçişleri, ne trajiktir ki 1920'lerde Jack Hylton'ların, Paul Whiteman'lerın "sweet"iyle olmuştur. Bir yalancı caz olan 'sweet', yapmacık tatlı müziğiyle pek kötü değildi, ancak caz da değildi.

Caz müziği, içinde bir unsur bir stil bir çalış tarzı yoktur ki bu yolla ticarete sokulmamış olsun; bir başka deyişle, sulandırılmamış, bayağılaştırılmamış ve özünden yoksun bırakılmamış bulunsun. Zencilerin o eski, hüzünlü, yüzyılların baskısını ve ezikliğini titreşimler halinde veren bluesu, gece klüplerinin ve kabarelerin bunaltıcı dans müziği olmuştur. Başlarda yalnızca blues şarkılarına eşlik eden piyanist tekniğinden başka bir şey olmayan 'boogie', egsantrik bir dans müziği haline sokulmuştur. Cazda başından beri ritmik bir unsur olarak bulunan 'swing', bütün zamanların en büyük müzik ticaretine alet edilmiştir. Dans etmek için değil de yalnız dinlemek için olan soyut ve karmaşık caz türü 'be-bop', bir çok ülkede dans okullarının uyguladığı akrobatik zıplamaların müziği durumuna getirilmiştir.

Amerika'nın en tanınmış caz eleştirmenlerinden Marshall W. Stearns "Caz, Avrupa çalgılarını kullanan ve Avrupa armoniğini, Avrupa-Afrika melodiğini ve Afrika ritm unsurlarını birbirine bağlayan, doğaçtan çalınan (emprovize) Amerikan müziğidir." der. Ancak Avrupalı caz uzmanları, cazın "Amerikadan dolayı" değil de "Amerikaya rağmen" var olduğu görüşündedirler. Zencilerin Amerika'da içinde bulundukları durum düşünülürse bu fikrin de doğruluk payı taşıdığı görülür. Bu durumda Stearns'ün tanımındaki "Amerikan müziği" sözcükleri yerine "Uluslararası müzik" demek daha doğru olacaktır. Ama caz müziği, beyaz ve siyah ırkın müzikal planda karşılaştıkları yerde yani Amerika'nın New Orleans şehrinde doğmuştur. Ayrıca ortaya bir de caz müziği coğrafyası çıkmıştır ki Harlem, Chicago, Kansas City ve Los Angeles, New Orlenas'a ek olarak bu coğrafyanın merkezlerini oluşturular.



Cazın gelişmesindeki en etkili yön, onun stilidir. Cazın stil açısından gelişmesi belli bir tutarlılık, bir mantık, belli bir zorunluluk ve bütünlük içinde olmuştur. Bu da gerçek sanatın gelişimini belirleyen bir özelliktir. Caz stilleri cazın doğumundan başlayarak gelişimini sürdürmüştür.

Diğer yandan caz müziğinin unsurlarını da incelemek gerekir. Cazı, geleneksel Avrupa müziğinden ayıran asıl niteliği ton oluşumundadır. Müziğin düzeyi buna göre ölçülür. Bu oluşum cazcı için bireysel bir sorun olduğundan, birey ile ton oluşumu arasında bir ilişki vardır. Cazdaki yorumlayıcı, geleneksel müzikteki besteciliğin yerini almaktadır. Paul Whiteman, cazın ton oluşumundaki anlamı şöyle açıklar: "Caz, birşeyi söylemek anlamına gelmez; caz, o şeyin söylendiği tarz demektir."

Gercek cazın dayandığı emprovizasyon (doğaçlama), cazda kollektif olarak gerçekleştirilir. Dışarıdan bakanlar için bu şaşılacak bir durumdur elbette. Kollektif emprovizasyon, var olan temaların yardımı ile olur. Temanın armonisi, yani melodiye eşlik etmek üzere çalınan belli akorları vardır. Cazcılar emprovizasyon sırasında çaldıklarının, temaya göre verilen bu akorlara uygun olmasına bakarlar. Kollektif emprovizasyon böyle gerçekleşir. Çoğu cazseverin inancının aksine, aranjman cazda emprovizasyon özgürlüğünü engellemez, tersine buna yardım eder. New Orleans Rhythm Kings gibi eski bir orkestranın çaldıkları buna somut örneklerdir. Şöyle ki, emprovizasyon sırasında müzikçi çok daha özgür ve bireysel olabilir. Çünkü aranjman sayesinde orkestranın diğer üyelerini dikkate alma zorunluluğu azalır. Geleneksel Avrupa müziğindeki kompozisyon ile aranjman arasında ise gerçekten bir terslik vardır.
Caz armoni ve melodide büyük ölçüde Avrupa müziğine dayanmaktadır. Modern caz, armoninin büyük ölçüde karmaşık hale gelmesine yol açmış, hatta bu tür müzikte kullanılan armonilerin atonal olduğu ileri sürülmüştür. Gerçekte atonal sözcüğünün anlamı bir armoninin tonal bağlantı noktasının olmamasıdır. Oysa böyle bir durum cazın en modern türleri için bile söz konusu olamaz. Gerçi modern cazda her zaman tonal olmayan bir akor vardır, ancak bu atonal değil, daraltılmış 5. derece, yani eksik beşli akordur.

Çoğu kez cazın ritminin senkop tarzında olduğu söylense de bu doğru değildir. Bir caz orkestrası iki enstrüman grubundan oluşur: "Melodic section" ve "rhythm section". Birinci grupta trompet, trombon ve saksafon ailesi, diğer grupta da davul, bas, gitar ve piyano gibi ritmik ve armonik enstrümanlar bulunur. Bu durumda, caz ritmi iki grubun arasındaki sürekli gerilimden ortaya çıkar. Ritm enstrümanları, bütün parça boyunca aynı kalan ritmi şaşırmadan çalarlar. Melodi enstrümanları ise ritm enstrümanlarının vurguladıkları yerlere ağırlık vermezler, aksine ritm grubunun temel ritmini sürekli olarak yadsırlar, onu bozmak isterler. Cazın ritmi, aslında, bir ritmi kurmak ve sonra onu bozup tekrardan kurmaktan başka br şey değildir. Bu durumda cazın bir biçimi bulunmadığını söylemek de yanlış olur. Geleneksel Avrupa konser müziğinin asıl düzenleyici faktörü biçim iken, caz müziğinin asıl düzenleyici faktörü ritm haline gelmiştir.



Caz unsurlarından biri de ilginçtir ki albümlerdir. Cazla ilgilenmek bir anlamda plaklarla ilgilenmektir. Ton oluşumu cazda büyük önem taşıdığından bu müziği notalarda tutmanın anlamı yoktur. Kısacası geleneksel müzikte 'partitür' ne ise, cazda da 'plak' odur. Caz plağı dondurlumuş emprovizasyondan başka bir şey değildir.

Ton oluşumu ve emprovizasyonun yanında, cazda Blues'dan daha temel olan bir unsur yoktur. Blues, cazın en karmaşık ve deneysel biçimlerinde bile her zaman yaratıcılığın kazandığı bir güç kaynağıdır. Gerçekten de, Blues ortadan kalkarsa caz da caz olmaktan çıkar.

Ayşegül Aldinç'den / Beni Hatırla









Resimlere bak
Mektubumla avun
Şarkılar tut
Kendinden vazgeç
Yastığına sarıl
Korkular tut
Dağılsın kalbin
Ol hatta orda
Lanetler yağdır
Beni hatırla
Her telefona sen çık
Her kapıya sen koş
Beni hatırla
Sen bir yerlerde, ben bir şehirde
Akşam olunca beni hatırla
Mektupları yak
Şarkılara kus
Hasretler giy
Depremler olsun üst üste sonra
Kahrından öl
Dağılsın kalbin
Öl hatta orda
Lanetler yağdır
Beni hatırla
Her telefona sen çık
Her kapıya sen koş
Beni hatırla
Sen bir yerlerde, ben bir şehirde
Aksam olunca beni hatırla

Mutluluk Reçetesi

Yaşamı boyunca mutlu olmak isteyenler için mutluluk reçetesi...
--------------------------------------------------------------------------------

Aklını kullan.
İyice tanımadan hiçbir insana bağlanma.
Bitmemiş ilişkilerin üzerine ilişki kurma, acı çeken sen olursun.
İyice soruşturup diğer insanların da haklı olabileceğini düsün.
Seni takmayanı sen hiç takma, konuşmayanla asla konusma.
Güvenmediğin biriyle asla flört etme.
Yalanını yakaladığın kişinin düzelebileceğini düşünme.
İnsanlara doğru değer ver, haketmeyenleri sil.
Kimseye yalvarma.
Asla dönüp te arkana bakma.
Sır tutmasını bil.
Dostlarının sevgilinden daha önemli olduğunu unutma, onları asla sevgilin için satma.
Hakettiğin sevgiyi alamadın mı? kendini üzme, sorun sen değilsin.
Kimsenin lafıyla dolduruşa gelme, ama aklının bir köşesinde de tut.
Kafanda bitirdikten sonra iki çift tatlı söz, iki damla gözyaşı için asla yumuşama.
Seni sevenlerle kullananları iyi ayırt et.
Seni dinleyip anlamaya niyeti olmayanlarla tartışma.
Emrivaki oluşturulan dostlukları kabul etme.
Eğer verdiğin sır o kişide kalmıyorsa ikinci bir sır şansı verme.
Dostun olacak insanları bazı kriterlere göre belirle.
Kendini öven insanlardan kaç.
Karşındakinin doğruyu söylediğini varsayma.
Kendine saygını yitirmene neden olacak hiçbir şey yapma.
Sorunun olduğunda insanlar zaman ayırıp seni dinliyorlarsa onların öğütlerini gözardı etme.
Göz göre göre su birikintilerine taş atma, mutlaka üstüne sıçrar.
Kendinin herkesten daha önemli olduğunu unutma.
Sen istemediğin sürece tanrı dışında kimsenin seni üzemeyeceğini aklından çıkarma.
Gözyaşlarının değerini bil. Onları haketmeyenler için harcama.
Sana bahşedilen zekayi kullanmayarak, tanrıya hakaret etme.
Senin zekana inanan insanları hayalkırıklığına uğratma.
Kendini sev.
Alkol alınca kontrolünü yitirenlerle asla tartışma.
Dışarıdaki güneşe bakıp gülümse ve önünde koskocaman bir gelecek olduğunu unutma.
Dostluğunla yetinmeyenler için hiçbir fedakarlık yapma.
İnsanlari kaybediyorsun diye ağlayıp sızlama, ama kazandığın insanların değerini bil.
Aşkta bile mantığına küsme. Kalbin doğru yolu bulacak içgüdüye sahip degil.
Kimseye taşıyabileceğinden fazla değer verip bununla övünmesine fırsat verme.
Güvenmediğin kimseye aleyhine kullanılabilecek hiçbir koz verme.
İstediğini almak için asla duygu sömürüsü yapma.
Sana duyulan sevgiyi ve güveni istismar etme.

Erkek Olmanın Yüz Faydası









1. Pamela Anderson.
2. Filimlerdeki çıplaklık sahnelerinin yıldızları genelde dişidir.
3. Beş günlük bir tatil için minik bir çanta yeterlidir.
4. Spor karşılaşmaları.
5. Telefon konuşmalarınız maksimum 30 saniyedir.
6. Arkadaşlarınızın seks hayatını gözlemlemeniz gerekmez.
7. Tüm konservelerinizi siz açarsınız.
8. Tuvalet ihtiyacınızı kadınlardan %80 daha hızlı ve pratik giderirsiniz.
9. Eski arkadaşlarınız kilo almış yada vermiş oluşunuzla ilgilenmezler.
10. Kuaförlerde saatler harcamazsınız.
11. Dişilerden %98 daha hızlı zap yaparsınız.
12. Pembe dizilerle zaman kaybetmezsiniz.
13. Poponuz işe alınmanızda asla bir kriter değildir.
14. Tüm orgazmlarınız gerçektir.
15. Tecavüzcüler sizle ilgilenmez.
16. Her yere yanınızda gereksiz şeylerle dolu bir çanta götürmek zorunda kalmazsınız.
17. Yaşlanırsanız Viagra kullanırsınız.
18. Tuvalete yardımcı bir grup arkadaşınız olmadan gidebilirsiniz.
19. Soyadınız olduğu gibi kalır.
20. Bir otel yatağını toplanmamış bir şekilde bırakabılirsiniz.
21. Kendi yemeğinizi pişirebilirsiniz
22. Düşüncesizlikleriniz için ekstra kredi sahibisinizdir.
23. Hiç kimse sizi (onu) yutarken hayal etmez.
24. Tuvaleti silmek zorunda değilsinizdir.
25. 10 dakikada traş olup, duş alıp hazırlanabilirsiniz.
26. Kendinizi tatmin etmek için yardımcı bir titreşimli faktöre ihtiyaç duymazsınız.
27. Bayan patronlara karşı avantajlısınızdır.
28. Ne kadar çirkin olursanız olun sizden hoşlanan bir karşı cins bulunur. (bkz. Quassimodo)
29. Düğün planlarıyla ilgilenmezsiniz.
30. Biri sizi bir yere davet etmeyi unutursa hala arkadaşınız olabilir.
31. Bir partide sizin kıyafetinizin aynını giyen biriyle tanışırsanız onunla hayat boyu arkadaş olabilirsiniz.
32. İç çamaşırlarınız pazarda 500.000TLdir.
33. Bilimum güzellik yarışmaları.
34. Sizin emrinizde çalışan insanlardan hiçbiri sizi ağlatma gücüne sahip değildir.
35. Boynunuzun altında kalan hicbir vücut bölgesini tıraş etmezsiniz.
36. Her akşam kıllı poponun birine arkanızı dönmek zorunda değilsinizdir.
37. Otuz dört yaşında ve hala bekarsanız kimsenin umurunda olmaz.
38. Adınızı kara sidikle yazabilirsiniz.
39. "Uzağa işeme" yarışmalarında tartışmasız bir üstünlük sağlarsınız.
40. Çikolata sadece bir çeşit tatlıdır, kaçılması gereken bir güzel şey değil.
41. Cumhurbaşkanı olabilirsiniz.
42. Yolcu koltuğunda da yolculuklardan zevk alabilirsiziniz.
43. Çiçekler her şeyin anahtarı, her sorunun çözümüdür.
44. Diğer insanların duygularına çok önem vermeniz sizden beklenmez.
45. Çalışma saatlerinizin %90'ını seksi düşünerek geçirebilir ve tam verim alabilirsiniz.
46. Islanacağınız bir ortama beyaz bir t-shirt ile gidebilirsiniz.
47. Üzerinde "Has*ktir ordan!" yazan bir t-shirt giyebilirsiniz.
48. 1 çift ayakkabı yeter de artar bile.
49. Araba tamircisine kolayca gidebilir ve hatta orada muz bile yiyebilirsiniz. Başınıza bir şey gelmez.
50. İstediğinizi söylersiniz ve insanların sizin hakkınızdaki düşüncelerini takmazsınız.
51. Leonardo DiCaprio'nun hoşlanılacak biri bile olmadığını daha kolay anlarsınız.
52. Arkanızdan fazla kişi konuşmaz; konuşsa bile aldırmazsınız.
53. Sıcak bir günde gömleğinizi çıkartabilirsiniz.
54. Yanlız yaşıyorsanız annenizin sizi ziyaret etmesi arifesi hariç evinizi asla toplamayabilirsiniz.
55. Tüm tamirciler size gerçeği söyler, doğru fiyatı teklif eder ve pazarlığa daha açıktırlar.
56. En yakın arkadaşınızla saatlerce oturup "Benden hoşlanıyor olmalı" şeklinde düşünmeden maç seyredebilirsiniz.
57. Sevgilinizin sizden ayrılmaya çalıştığını ima ettiği cümleleri asla yanlış anlamazsınız.
58. Pamela Anderson
59. Ruhsal durumunuz çok zor değişir.
60. Dünyanız isediğiniz yerdir.
61. Mekanik aletleri diğer cinsten daha kolay kullanır, onları yönetirsiniz.
62. Arkadaşınızın yeni saç biçiminizi fark etmesi sizi pek ilgilendirmez.
63. Clint Eastwood'a hayran olduğunuzda ona benzemek istemezsiniz ya da benzemek için kilo verme gereği duymazsınız.
64. Asla bir önceki benzin istasyonunun çalısanlarını beğenmediğiniz için diğerine 20 km yol almazsınız.
65. Bir içecek şişesini açmanın en az 20 farklı yolunu bilirsiniz.
66. Ne giyerseniz giyin, bacaklarınızı farklı yönlere sonuna kadar açarak oturabilirsiniz.
67. Aynı iş . . . Fazla maaş.
68. Gri saç ve kırışıklıklar karizma katar.
69. Gelinlik - 200$, frak kirası - 100$
70. Bir atışta 400 milyon sperm ile 15 denemede dünya nüfusunu ikiye katlayabilirsiniz - en azından teorik olarak.
71. Diğer insanların yemeklerine ve tatlılarına ilgi duymazsınız.
72. Uzaktan kumanda sadece ve sadece sizindir.
73. Siz insanlarla konuşurken asla göğüslerinize bakmazlar.
74. Eurosport'da ki birbirinden ilginç motor sporları.
75. Formula 1.
76. Bir arkadaşınıza hediye götürme gereği duymadan da uğrayabilirsiniz.
77. Bekarlığa veda partileri kına eğlencelerinden kat kat iyidir.
78. Annenizle normal ve sağlıklı bir ilişkiniz vardır.
79. Erkek çocuklar aileler tarafından -genelde daha çok sevilirler.
79. Kolayca prezervatif alabilirsiniz. (Eczacı sizi çıplak olarak hayal etmez)
80. Banyoya gidip makyaj tazelemenize gerek yoktur.
81. Makyaj yapmanıza hiç gerek yoktur!
82. Eğer bir arkadaşınızı arayacağım deyip aramazsanız o arkadaşlarınıza sizin değiştiğinizi söylemez.
83. Bir gün uyandığınızda pis, yaşlı bir adam olduğunuzu fark edeceksiniz.
85. Ev hayvanınız varsa onun yemek ve tuvaletiyle ilgilenmeyebilir, ama onunla oynayabilirsiniz.
86. Her durumu "$Ktir et" diyerek rasyonalize edebilirsiniz.
87. Prenses Di'nin ölümü sizin için sadece başka bir ölüm ilanıdır.
88. Geğirmek normal bir şeydir. Bunun zevkine varabilir ve hatta iyi geğiriyorsanız bu olay arkadaşlarınız tarafından saygı ile karşılanabilir.
89. Ruhsal durumunuz yüzünden cinsel bir şansı kaçırmazsınız.
90. Steven Seagal gibi büyük bir şahsı yakından anlayabilir, ona hayranlık duyabilirsiniz.
91. Normal dışı bir durum hariç estetik ameliyata ihtiyaç duymazsınız.
92. Mekanik bir dalgamatik çalışmadığında onu yumruklayıp fırlatabilir, bundan zevk alabilirsiniz.
93. Yeni ayakkabılar yüzünden büyük acılar çekmezsiniz.
94. Porno filmler tam sizin istediğiniz gibi tasarlanmıştır.
95. Herkesin doğum gün yada yılbaşlarını hatırlamak zorunda değilsinizdir.
96. Birinden nefret etmek onunla cinsel bir yakınlığınızın olmasını engellemez.
97. Arkadaşlarınız asla size "Ee, değişik bir şey fark ettin mi" şeklinde tuzaklar kurmazlar.
98. Internet ve olanakları.
99. Cinsel organınızla gurur duyabilir, ona isimler takabilirsiniz.
100. Pamela Anderson

Perşembe, Haziran 01, 2006

Süpermenin Gizli Günlüğü









7 Ocak Perşembe
Bugün gene Klark Kent kılığında işe gittim. Bu salak Klark'ı oynamaktan bıktım artık. Sen kalk koskoca Süpermen ol, ondan sonra otobüsle, dolmuşla işe git. Otobüste sıkışık sıkışık giderken fordçunun biri arkama geçti, ağzı da leş gibi sarımsak kokuyordu. Şeytan dedi ki sok şu herifin ağzına elini, parmaklarını gözünden çıkar. Otobüsün lastiği patladı. İşin yoksa yürü babam yürü. İşe de geç kaldım. Bir de üstüne fırça yedim. Kahve makinesinden kahve alırken üstüme döktüm. Luis her zamanki gibi dalga geçti. Öğle yemeğinde çorbamdan sinek çıktı. Yemekten dönerken Süpermen kılığına girip düşen bir uçağı kurtardım. Millet yine "çok yaşa Süpermen" diye bağırdı, ben de onlara şirinlik yapıp el salladım.

8 Ocak Cuma

Bıktım artık bu dünyada yaşamaktan. Yok arkadaş ben bu dünyaya alışamadım. Bugün gazetedeki arkadaşlarla beraber öğle yemeğine Meksika lokantasına gittik. Hay gitmez olaydım. Yemekte Meksika usulü kurufasulye yedik. Sen misin yiyen. Akşama kadar gazdan geberdim. Gaz mesele değil bilader, -afferdersin- ossurunca geçer. Ama ya ossuramayınca? Midemde atom bombası patlasa birşey olmaz ama bu Meksika fasulyesi acayip birşey. Süperbağırsaklarım birbirine dolandı sandım. Şimdi hafiften ossursam binalar yıkılacak, ossurmasam geberecem. Evrendeki kötü güçlerin başedemediği süper kahraman Süpermen'i bir uyduruk kurufasulye oldurecek. Tuvalette üstümü değişip uzaya gideyim dedim, benden önce herifin biri girdi, tam iki saat çıkmadı. Ne yaptın bilader iki saat yıllık mı sıçtın. Yuh be. Sonunda Süpermen olup uzaya kaçtım. Uzayda bir güzel zangır zangır ossurdum. Ooohh bee, dünya varmış. Acayip rahatladım. Bu arada yanlışlıkla arkamı Ay'a dönüp öyle ossurmuşum, benimki süperossuruk Ay'ın yörüngesinde iki derecelik sapma meydana geldi. Neyse onu da yörüngesine oturttum. Bundan böyle kurufasulyeyi de kriptonit gibi zararlı maddeler listesine koyuyorum. İnşallah düşmanlarım bu durumu öğrenmezler.

9 Ocak Cumartesi

Bugün tatil. Deyli Planet gazetesine gitmedim, çok mutluyum. Can sıkıntısından geberdim. Sonra bizim Betmen'le Örümcek Adam aradılar. Akşama kadar ellibir, yanık, pişti falan oynadık. Okey de oynayacağız ama bilader dünyada üç tane süperkahraman var, olmuyor.Okeye dördüncü kahramanı dörtgözle bekliyoruz ama nafile. Herkes bizim gibi dünyanın derdiyle uğraşacak kadar enayi mi arkadaş.

10 Ocak Pazar

Canım sıkılınca şöyle bir şehri dolaşayım dedim. Çok güzel bir hatun gördüm. Süperüfürüğümle hatunun eteğini çaktırmadan havaya kaldırdım. O ne be? Meğer karı içine don giymemiş. Onu öyle görünce acayip azdım. Boş bir telefon kulübesi bulup üç saniyede oniki posta otuzbir çektim. Anca rahatladım. Bu yaşa geldik hala otuzbir çekiyoruz. Şu Luis'le evlensek de abazalıktan kurtulsak. Ama olmuyor bilader. Şu babamın yaptığı keleği de kimse yapmadı bana. Beni dünyaya gönderirken yanıma bir de kız çocuğu koysaydı, biz de dünyada böyle sap gibi dolaşmazdık. Onunla bir güzel evlenip çoluk-çocuğa karışırdık. Peki babam ne yapmış? Yanımıza bir Kripton malı şişme bebek koymuş. O da 5 yıl önce bir azgınlık zamanımda patladı. Dünyadakilerde benim hızıma dayanamayıp eriyor. Benim kaderimi yazan eller kırılsın, ne diyeyim..

11 Ocak Pazartesi

Yine mesai başladı. Yine aynı patırtı. Yine aynı koşturmaca. Yine aynı salak Klark. Yine aynı ukela Luis. Yine aynı felaketler, Yine aynı "çok yaşa Süpermen" lafları. Yine aynı numaradan sırıtmalar. Hiç degisşn bişey yok. Milletin keyfi keka. İstediğini ye-iç, istediğinle yat-kalk, kılıkdan kılığa girmene hiç gerek yok. Oh ne güzel. Millet de keşke Süpermen gibi olsak der. Hadi ordan. Bu dünyada Süpermen olacağıma keşke Kripton'da çöpçü olsaydım. Ah gurbet ah. Kendi derdim yokmuş gibi bi de elalemin derdiyle uğras. Herkesin derdine çare bulmaya mecbur muyum arkadaş? Hadi büyük felaketleri, dunyanın başına bela olan zibidilerle uğrasmayi anladık, bir de ıvır-zıvır işlerle uğraşıyoruz. Bilmem kimin köpeği kaybolmuş gel Süpermen, su borusu patlamış gel Süpermen. Gel Süpermen, git Süpermen. Babanızın uşağı mı var? Geçen gün birinin kıçında sivilce çıkmış bana şunu bi patlat diyor. Bu insanlarla iyice yüz-göz olduk birader, suç bizde. Bunlara bu kadar yüz vermiyecektik. Bak Betmen'e, adamın yanına kimse yaklaşamıyor. Hem de acayip zengin. Biz de karın tokluğuna kahramanlık yapıyoruz. Dünyayı kurtaran adammışız. Hay sıçıyım dünyanızın içine.

12 Ocak Salı

Bu gün çok kötüyüm. Bir-iki gündür kabız olmuştum. Bu kabızlık da benim için herşey gibi büyük dert. Zaten bu dünyada bana rahat-rahat sıçmak bile haram arkadaş. Çocukken köyde idare ediyorduk. Orası geniş arazi. Pek farkedilmiyor. Ama ya koca Metropolis'te. Şehrin göbeğinde olmuyor. Mesela Arizona krateri aslında benim marifetimdir. Metropolis'e ilk geldiğimde normal insanlar gibi ben de tuvalete gitmiştim. Biraz zorlayınca benim Süperbok tuvaletin betonunu delip dünyanın öbur tarafından çıkmıştı. Zaten boşuna dememişler "azimle sıçan betonu deler" diye. O zaman büyük olay oldu. Ama kimse bunun benim marifetim olduğunu anlamadı. Bu azimli bir vatandaşın işidir deyip olayı kapattılar. Zaten o zamanlar böyle meşhur da değildim. O zamandan bu yana rahatlamak için uzaya çıkıyorum. İlk başlarda iyi oluyordu. Rahat rahat işimizi görüyorduk. Bu uzay araştırmaları falan çıktığından bu yana artık uzayda da rahat yok arkadaş. Zaten dünyanın yörüngesinde -afferdersin- boktan bir uydu yapmıştım. Bu insanlar beni burada da rahat bırakmadılar. Ben de Ay'ı tuvalet olarak kullanmaya başladım. Ay yüzeyindeki bir çok krater benim eserimdir. Ama ne çare, insanlar oraya da gelmeye başlayınca bu sefer Mars'a gitmeye başladım çok iyi oluyordu. Hem orası kayalıkta bir yer. Kıçımızı taşlara siliyorduk. Çok iyi günlerdi onlar. Sonra insanlar oraya da uydu bilmem ne göndermeye başladılar. Oranında tadı kaçtı. Bir gün Mars'ta rahat rahat işimi görürken birden bir şeyin kıçımı yokladığını hissetim. Benim bildigim Mars'ta hayat yok, arkama baktım insanlarin dünyadan gönderdiği robot kıçımı inceliyor. Tabii aynen yamulttum robotu. Üzuldum ama ne yapalım bilader bizim de kendimize göre bir imajımız var. Ondan sonra bütün dünyaya "işte Süpermen'in süpergötü" diye yayınlayacaklar. Dünyanın maskarası olacağız. Daha önceden de dünyanın yörungesine sıçarken NASA astronotları bilmeden fotoğraflarımı çekmişlerdi. Onları NASA'dan rica edip almıştım. O olay öylece kapanmıştı. Bu sefer herifler Internetten canlı yayın yapıyor arkadaş. Sonra diğer gezegenlere, Jupitere, Saturn'e gitmeye başladım. Bu insanlar orada da rahat bırakmadılar. Güneş sisteminin her yerini uydularla doldurdular. Nereye gitsem karşıma ya bir uydu, ya da bir sonda falan çıkıyor. Bir sefer güneşe gidiyim dedim, az daha kestaneyi kebap yapıyordum. Ben de artık Güneş Sistemi'nin en uzak gezegeni Pluton'a gidiyorum. Orasıda çok soğuk, adamın sşyi donuyor ama ne yaparsın işte, gurbetlik. İste neyse geçen gün acayip kabız olmuşum. İyileşeyim diye 10 kilo mushil aldım. Vay sen misin alan. Bu sefer de ishal oldum. Bu ishal beni mahvetti. Mesela gazetede çalışıyorum, zart, kriz geliyor. Hemen tuvalete gidip kılık değiştiriyorum ondan sonra ver götünü -pardon- elini Pluton. Bir güzel rahatlıyorum. tekrar dönüp yerime oturuyorum, iki dakika sonra bir kriz daha. Hadi bir daha aynı şeyler. Tam 1643 defa Pluton'a gittim geldim. Bir iki seferde Pluton'a varamadan donumuza ettik. Pelerin-melerin hepsi battı. Allahtan Pluton'da bir miktar buz var. Buzları süpergözlerimle eritip üstümü başımı yıkadım.

Aşk İki Kişiliktir






Değişir yönü rüzgarın
Solar ansızın yapraklar;
Şaşırır yolunu denizde gemi
Boşuna bir liman arar;
Gülüşü bir yabancının
Çalmıştır senden sevdiğini;
İçinde biriken zehir
Sadece kendini öldürecektir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk, iki kişiliktir.
Bir anı bile kalmamıştır
Geceler boyu sevişmelerden
Binlerce yıl uzaktadır
Binlerce kez dokunduğun ten;
Yazabileceğin şiirler
Çoktan yazılıp bitmiştir;
Ölümdür yaşanan tek başına.
Aşk, iki kişiliktir
Avutmaz olur artık
Seni bildiğin şarkılar;
Boşanır keder zincirlerinden
Sular tersin tersin akar;
Bir hançer gibi çeksen de sevgini
Onu ancak öldürmeye yarar:
Uçarı kuşu sevdanın
Alıp başını gitmiştir;
Ölümdür yaşanan tek başına.
Aşk, iki kişiliktir.
Yitik bir ezgisin sadece
Tüketilmiş ve düşmüş gözden;
Düşlerinde bir çocuk hıçkırır
Gece camlara sürtünürken;
Çünkü hiç bir kelebek
Tek başına yaşamaz sevdasını,
Severken hiç bir böcek
Hiç bir kuş yalnız değildir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk, iki kişiliktir.
Şair : Ataol Behramoğlu

Yeni Ceza Yasasına göre tanımlamalar : ))))

1 Nisan'da yürürlüğe girecek yeni Türk Ceza Yasası'yla
basın hırsıza hırsız, hortumcuya hortumcu diyemeyecek.
Peki bu muhteremleri, gazeteler okura nasıl anlatacaklar?
Akif Kökçe o konuda kafa yormuş, şu yararlı önerileri yapıyor:

HIRSIZ: Kaynak arayışı içinde olan girişimci vatandaş.
HORTUMCU: Hortumun emiş özelliğini parasal alana uygulayan buluş adamı.
RÜŞVETÇI: Benim memurum işini bilir felsefesinin masum müridi.
SAHTEKÂR: Bir şeyin aynısını yapma derdindeki yaratıcı insan.
KALPAZAN: Merkez Bankası fahri çalışanı.
TECAVÜZCÜ: Güzellikler karşısında çaresiz kalan yiğit.
HOLIGAN: Döner bıçakla gezen spor düşkünü.
KAÇAKÇI: Var oluşunu sınırlar ötesinde arayan macera tutkunu gezgin.
KAPKAÇÇI: Kadınların çantasında ne olduğunu çok merak eden macera tutkunu kişilik.
UYUŞTURUCU SATICISI: Mutluluk peşindeki insanları hatır için madde bağımlısı yapan dost.
KADIN SATICISI: Dostlarını birbiriyle tanıştırıp yüzdesini alan güzel huylu insan.
KIRALIK KATIL: Para ile kişiliğini satmayan mütevazı yaratık.
YANKESICI: Cebimizdekilere ilgi ve tutkuyla yandan yaklaşan muzip.
DOLANDIRICI: Saf vatandaşlara şaka yapan komik ruhlu masum.
MAFYA: Yasaların olmadığı bir toplumda işlerin daha kolay yürüdüğünü ispata yönelik özel kuruluş.
SÖMÜRÜCÜ: Işçiye iş verip para vermeyen güzel müteşebbis

Hera'nin Kaleminden/Bekliyorum Öyle Bir Havada Gel ki Vazgeçmek Mümkün Olmasın XVI










Hera umut doluydu .İş görüşmelerine gidiyor ve olumlu gelişmeler olacak gibi

hissediyordu; kimseye muhtaç olmadan sorununu çözebilseydi keşke ...Bakalım hayat

neler gösterecekti.Yaptığı iş görüşmeleri forslu yerlerdi ve olumlu sinyaller veriyor

lardı.İyi bir sonuç yakalamayı dört gözle bekliyordu.Hayat artık Ona gülseydi.

O destek oluyordu Hera'ya tüm kalbiyle.Varlığını arkasında hissediyor yürekten

sevindiğini biliyordu.Bir gün önce komik olaylar yaşanmıştı aralarında.O herkese

Hera'yı anlattığı için tanımadan insanlar Onu tanır olmuştu, ayrıca hastanede

kaldığı günlerde ve bilinci yerinde değilken Herâ'yı sayıklamış herkesin diline

düşmüştü.

Tatlı dili vardı Onun, hani derler ya yılanı bile deliğinden çıkarır sevmeye

teşvik eder.Umut dolu neşe dolu pozitif bir ışık gibi...Hera bazen düşünüyordu

en çok ihtiyacı olduğu anlarda O vardı , O olmasa belki de bunalıma girerdi

sıkıntılı anlarında.Uzakta bile olsa içinde bir yerlerde Onun yanında olduğunu

hissediyordu.

Bir gece evvel Onun misafirleri gelmişti ülkesinden , dayanamamış hemen Herâ'nın iş

sorunlarını yumurtlamıştı.Hatta adamlar biraz içkili biraz neşeli Hera'yı

aramışlardı.Ve iş konusunda yardımcı olacaklarını söylemişlerdi.Hatta biri Hera'nın

Onun aklını başından aldığını bile söylemişti.Aslında neşeli bir muhabbetti.

En güzel yanı ise Onun kalbini çok yakınında hissetmişti.GErçekten hasta yatarken

bile Hera'yı düşünüyor , yardımcı olmaya çabalıyordu .

Hera Onu seviyordu evet gerçekten seviyordu ...


Kötü günlerin bitmesine az kalmıştı ...Korkmuyordu artık biliyordu O vardı ...


Bir akşam gözünde aşk tüterse
Geçmiş günler aklından geçerse
Kalbin bomboş ümitler biterse

Sen üzülme ben varım

Neler geçti kimbilir başından
Sevgi umdun hep başkalarından
Ağlama gidenlerin ardından
O giderse ben varım

Zaman durdu sanki
Beklerken seni
Ben bir tek sevgiye
Bağladım kalbimi

Ayrılmam istersen hiç yanından
Çağırsan gelirim çok uzaklardan
Eskiden korkardım yalnızlıktan
Korkmam artık sen varsın

Zaman durdu sanki
Beklerken seni
Ben bir tek sevgiye
Bağladım kalbimi

Ayrılmam istersen hiç yanından
Çağırsan gelirim çok uzaklardan
Eskiden korkardım yalnızlıktan
Korkmam artık sen varsın

Korkmam artık sen varsın
Korkmam artık sen varsın

İyiki Kadınım Dedirten 25 Neden








1. Sigaradan sararmış bıyıklarımız yok...
2. Arabamızın yolda patlayan lastiğini değiştirmeyi bilmesek de olur.

3. "Ya kalkmazsa?"

4. "Ya inerse?".. sizin de işiniz zor valla yaaa...

5. Pantolon giymek bizim için fizyolojik olarak en az etek kadar rahattır.

6. Kişiliğimiz kullandığımız arabanın beygir gücü ile doğru orantılı olarak değişmiyor.

7. Tuvalette sadece tavana değil, sağımıza solumuza herhangi bir ölçme-biçme endişesi duymaksızın bakınabiliriz.

8. "Gerçek mi, rol mü yapıyor?"

9. "Damsız Girilmez" bize bir şey ifade etmiyor...

10. Kırmızı ışıkta yanımızdaki arabanın bizden önce çıkması ya da bir aracın bizi sollaması bir şey ifade etmez.

11. İstediğimiz her yerde ve her koşulda ağlayabiliriz.

12. Bedensel hareketlerimiz vücudumuzdaki olası kasları belirginleştirecek diye bir zorunluluğumuz yok...

13. Vücudumuzda kas olacak diye bir zorunluluğumuz da yok hatta..

14. Kas gücü gerektirecek işleri zevkle yapacak birileri her zaman vardır...

15. Düğme, sökük vs. dikmek özel bir beceri gerektirmiyor.

16. Dünya yerle bir olsa önce kadınlar ve çocuklar!

17. "Yoktan var edilen" yapay bedenlerimize tapınacak bir karşı cins varken, kozmetik ürünleri ve estetik cerrahinin olanaklarından sonuna kadar yararlanıyoruz...

18. Aşık oluyoruz... korkmadan.

19. Biraz göbek sevimli mi durur? .. hadi oradan!! siz hiç "kalçalarımdaki yağlar beni çekici gösteriyor" diyen bir kadın gördünüz mü? Asla dış görünüşümüzle ilgili yalan telkinlerle kendimizi kandırmaya çalışmayız.. Rejim gerekiyorsa rejim... alla...

20. Tecavüze uğradığımızda cinsel tercihimizi değiştirmek zorunda değiliz...

21. Duygusal saçmalıklar adına kredi sahibiyiz... çiçek ve çikolata istiyoruz....

22. Evde, banyoda, kıl- tüy dökmeyiz...

23. Dokunduğumuz bedenin herhangi bir kısmından silikonlar fışkırma korkusu duymayız... genelde tabi!

24. Sünnet olmayız

25. Meslek grubunda "ev kadını" diye kebap bir seçenek var

Mazhar Alanson - Bu Ne Biçim Hikaye Böyle









Bu ne biçim hikaye böyle hasta mısın nesin bana söyle
Gel gidelim güneylere yenilenip dinlenmeye
Deliyim ben aslında senin gibisini sevmekle deli

Basarisiz olduysan oldun yikma kendini zaten yorgunsun
Ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin
Ya vazgeçer unutursun yada yolun açık olsun hadi
Bu felek kimine kavun kimine kelek yedirdi
Sevinip de şımarınca sana derhal bildirildi tabi

Nerde hani o canim gözler hani nerde verdigin sözler
Boğuldum ben gözyaşına elimi tutan el nerde
Sorarim kendi kendime elimi tutan el nerde hani

Çarşamba, Mayıs 31, 2006

Hera'nin Kaleminden/Bekliyorum Öyle Bir Havada Gel ki Vazgeçmek Mümkün Olmasın XV









Hera'yı yaşadığı bunalım boğuyordu.Hani bağırmak istersiniz ama sesiniz çıkmaz ya

kısılıp kalırsınız küçük bir kutuya , ya da bataklıktan çıkmak istersiniz her çıkmak

isteği daha da saplar sizi toprağa...

Nefes almak bazen ne güç oluyordu.Boğuluyordu insan karanlığında.Kimse duymuyordu

sesinizi.Baezn nihilist olmak için ne çok nedenim var diye düşünürsünüz...Bir

O vardı Onu anlayan.Ta içinde ...Belki canında.

Ailesiyle derin savaşlar yaşanıyordu öyle ki bu gerilla savaşları onu artık yorar

olmuştu çünkü müzakere masasına oturamıyorlar, herkes masadan dargın " Ben ne dedim?"

diyerek ayrılıyordu.Bağlar zayıflıyordu sanki.Tutmak da zor geliyordu insana bazen.

Üzülürsünüz ama öyle çok sıkıntınız vardır önünüzü göremezsiniz ya...

Tipik kuşak çatışması işte.Yaşanan bilinen.Bazı kültürlerde aile yaşı büyüsüde hep

çocuk olarak görüyordu erişkin olduklarını farkedemiyordu .Çocuklar bir gün kendi

kanatlarıyla uçmak ister, kendi doğrularını yaşamak. Tecrübelerle hareket etmekten

acı tadı olsa da her zaman deneye yanılma daha güçlü yere sahiptir.Hera da kendi

uçmak istiyordu artık nefes almak.

Yaşadığı talihsizliklerden bıkmıştı.Sayısız iş müracaatı yapıyordu tükenmek

bilmeyen başvurular ...Sonucu gelmeyen bekleyişler.Okul bittiğinden bu yana

ne çok tecrübe edinmişti hayata dair.Bazen diyordu ki çocuk olmak ne kolaymış.

Dert yok tasa yok.Kadın olmak ve iş yapmak bazen insanı zor savaşlar vermeye

zorluyordu O da bu savaşı başarıyla vermek istiyordu.

Onunla tartışmaları ikisini de üzüyordu .Yaşantılarının içinde birbrilerine

alışmışlar.Ve o olmazsa sanki hayatı eksik kalıyordu.


Nolur sormasınlar bana.
Nolur söyletmesinler derdimi.
Saklarım ben onu kendime.
Yerim kendi kendimi.

Akıyorsa yaşlar gözümden,
Dinmiyorsa bir turlu gece gündüz,
Karardıysa bütün dünya,
Vardır elbet bir sebebi...
Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı,
Bitsin artık bu hasret buluşalım gayrı...
Benim bütün derdim özlem.
Biliyorum kavuşur böyle seven.
Biz bir elmanın iki yarısıyız,
O en çok sevdiğim ve ben.

Life...

Life can seem ungrateful and not always kind.
Life can pull at your heartstrings and play with your mind...
Life can be blissful and happy and free...
Life can put beauty in the things that you see...
Life can place challenges right at your feet...
Life can make good of the hardships we meet...
Life can overwhelm you and make your head spin...
Life can reward those determined to win...
Life can be hurtful and not always fair...
Life can surround you with people who care...
Life clearly does offer its Up and its Downs...
Life's days can bring you both smiles and frowns...
Life teaches us to take the good with the bad...
Life is a mixture of happy and sad...
So...


Take the Life that you have and give it your best...
Think positive, be happy let God do the rest...
Take the challenges that life has laid at your feet...
Take pride and be thankful for each one you meet...
To yourself give forgiveness if you stumble and fall...
Take each day that is dealt you and give it your all...
Take the love that you're given and return it with care...
Have faith that when needed it will always be there...
Take time to find the beauty in the things that you see...
Take life's simple pleasures let them set your heart free...
The idea here is simply to even the score...
As you are met and faced with Life's Tug of War

Bir Gün ...










Bir gün sakin sakin oturup düşündüm ve delirmeye karar verdim. Farkındayım, "Deliricem!" demekle delirilmiyor ama "Sağlıklı düşünmek için harcadığım enerjiyi artık harcamamak bile bu yolda atılmış büyük bir adım olsa gerek." diye düşündüm. Hem zaten mantık aramak gerekmiyor ki; saçma, imkansız, hatta delice bir fikir, di mi? Evet, evet... Delice... İşte başladım bile. Heyyooo! Deliriyorum.

İşe başlamak çok zor olmadı inanın. Aslında insan bu kararı aldığında biraz kafası karışıyor. Yani nerden başlasam diye... Neyse ki bi gün boyunca yatağın üzerinde hiç kımıldamadan oturdum. Bu da deliliğin bir göstergesi olduğundan kendimi hiç de geç kalmış hissetmiyordum. Sonunda beni bu noktaya getiren olaydan başlamanın en doğrusu olacağına karar verdim. Ama hay allah! Bu karar sağlıklı bir düşünme biçimi sonunda doğdu... Neyse... Bu işe daha yeni başladık ne de olsa!

Telefon rehberimi elime aldım ve bütün eski sevgililerimi aradım:

"Sana çok ihtiyacım var Cem / Aydın / Bülent / Ertan / Serdar... Son günlerde çok zor günler geçiriyorum. Buluşmamız lazım. Bu pazartesi / salı / çarşamba / perşembe / cuma... uygun mu?"
Mırın kırın edip görüşmek istemeyenlere hemen ekleme yaptım:

"Sana çok önemli bir şey itiraf edeceğim."

Ha ha ha kaçış yok! İtiraf ettim.

Bunlar hep beni terk eden sevgililerimdi. Aslında benim için terk edilmek bir sorun değil tabii; ama beni deli eden nokta hepsinin "kaçan kovalanır" mantığına sahip olmalarıydı. Ne zaman ki ben onlara aşkımı itiraf ettim, onların türlü çeşitli yavşaklıklarının sebebi olarak öne sürdükleri aşk / sevgi / hoşlanma / tutku / istek... duyguları sırra kadem bastı. Ben de onlar için yeni bir itiraf paketi hazırladım. Onların erkeklik / beceri / gurur / onur / haysiyet... adı her ne ise, bir şeylerini zedeleyecek bir itiraf! Son sevgilim Evrim de bu bokun soyundan geliyor ama onun için başka planlarım var. Neyse...

İtiraf ettim:

"Cem / Aydın / Bülent / Ertan / Serdar..., benim büyük bir sorunum var... Ben nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum... Ben orgazm olamıyorum!"

(Nası yalan! Nası yalan! Ohh! İçimin yağları eridi...)
Cem / Aydın / Bülent / Ertan / Serdar...:

" Ne ?!! Benimleyken de mi?"

"Evet, çok üzgünüm... Yani taklit yapmıştım, aslında sen mutlu ol diye, gerçekten... Ama hata yaptığımı şimdi anlıyorum."

Ahh, yüzlerindeki ifadeyi görmeliydiniz... Ama çok kısa sürdü. Ben salağım zaten. Bu büyük darbe yüzünden uzun süre acı çekeceklerini düşünmüştüm ama gel gör ki, onların "kaçan kovalanır" mantığı beni "ayak basılmış ama keşfedilememiş" olarak niteledi. Hepsi melek gibi çocuklar oldular, inanamazsınız... Herkes benim için çalışıyor. Hemen her gün arıyorlar: Şarap, mum, yemek, müzik / şampanya, banyo, köpük, masaj / viski, araba, heyecan, macera... Şaştım kaldım. Bilmediğim ne kadar çok pozisyon varmış!

Tamam, her şey benim yararıma gözüküyor, farkındayım. Şikayet etmem saçma sanki! Ama ben deliyim artık kardeşim! Ben zamanında her şey yoluna girsin diye çok uğraştım, şimdi olanlar hiçbir şey ifade etmiyor!

Neyse, özel hayatımla ilgili bu ilk planımın şaşırtıcı sonuçlarıyla uğraşırken aileme de delirdiğimin alametlerini vermeye başladım. Anne, baba, çocuklar olarak yediğimiz akşam yemeklerinde histeri krizimin el verdiği ölçüde, olur olmaz her şeye güldüm / kıkırdadım / kikirdedim / kahkaha attım / sırıttım... Bu konuda büyük başarı gösterdiğimi iddia ediyorum. Çünkü bu tuhaflığım yüzünden, bizimkilerin suratlarının alacağı ifadeyi düşündükçe daha çok gülesim geliyordu. Hatta iki boğulma tehlikesi geçirdim ve sonuçta babamdan son on beş yılın ilk "aferin" ini aldım.

"Bak! Şu kız gibi olamadınız! Hepiniz somurtup oturun öyle! Her şeyiniz var, yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda! Aferin kızım! Hep gül böyle!"

Tabi o andan itibaren benim kahkahalarım hıçkırıklara dönüştü ama bizimkiler hala güldüğümü sanıyorlardı. Tanrım! Babam beni seviyooo, bana ‘aferin’ dedi!!!

Yılmadım, deliliğime devam ettim: Özel bir telefon görüşmemi dinleyen annemin cep telefonunu chat ortamlarında Ali / Veli / Erdal / Haydar / Dündar... adlı kırk yaşlarındaki bekar adamların hepsine verdim. Evet, evet cep sapıkları yüzünden sinir krizleri geçirecek, hatta belki babam bile bu işe karışabilir... Ancak annemden hiç ses / seda / şikayet /dırlanma / sızlanma... çıkmadı. Hatta ben böyle bir şey yaptığımı unutmuştum. Ta ki annem ve babam arasındaki sıradan bir terlikli / küllüklü /vazolu / televizyonlu / buzdolaplı... kavganın sonunda annem bu; Ali, Veli, kırk dokuz elli arasından Dündar olana kaçacağını açıklayıncaya kadar:

"İnanamayın siz. Gençliğimi size harcamış olabilirim, saçım süpürge de olsa benim de artık bir sevgilim var! Bim bam bom! Ndündar mesut olucazz!"

Sevgili annem, bir iffet-i iftihar olan annem, sonunda sevdiği bir adamla yaşayacak! Çok mutlu oldum! Tabii, benim dışımda kimse annem ertesi gün ortadan kaybolana dek bu sözlere inanmadı!!! Ha ha ha! Güle güle anne! Yüreğinin götürdüğü yere git! Ehuhuhuohohohe!

Evde hal ve vaziyet böyleyken, beni bir saniye bile boş bırakmayan eski /yeni / devam eden / süregelen / yeniden başlayan... sevgililerimle uğraşmayı sürdürdüm.

Her sevişme sonrasında elimizde bir şeyler kalır bilirsiniz: Soyut ve somut... İşte o somut şeylerden biri olan sperm bulaşmış tuvalet kağıdı / selpak / kağıt havlu / mendil / peçete... nesnesi bu kez benim bir deli olduğumun kanıtı olacaktı. Sağolsunlar, benim için uğraştıkları o muhteşem sevişmelerin ardından "ben atarım" diye aşırdığım bu tuvalet kağıdı /selpak / kağıt havlu / mendil / peçete... leri her birini ayrı şeffaf torbalara koyarak birbirine bağladım ve kime aitse ismini yazarak etiketledim: Cem / Aydın / Bülent / Ertan / Serdar... Ha ha ha! Eserime bayılmıştım! Gülmeyin sonunda eser oldu hakikaten. Evrim denen o son sevgilime delirdiğimi göstermem gerektiğinden bu harika poşetleri sevgili okulumuza; güzel / fevkalade / enteresan / inanılmaz / muhteşem... sanatlar fakültemize götürmüştüm. Şöyle diyecektim:

"Evrim / bok / püsür / sür / sürreal... seni! Seninki eksik kaldı! Son bir sevişmeye ne dersin? Ek olarak orgazm olamıyorum!"

Ben bunu demeden, hatta daha Evrim / bok / püsür / sür/ sürreal... i görmeden iki senedir dersinden kalmakta olduğum hocam:

"Ah! Esin, yavrum! Sonunda bitirmişsin projeni! Ne kadar güzel! Ne kadar postmodern!" diye zırvalayarak poşetlerimi elimden aldı.

"Hocam daha bitmedi; daha Evrim var eklenecek!" dedim.

"Eee, bugün atelyede ekleyiverirsin" dedi.

"Atelyede sevişmek pek mümkün değil, ama denerim" dedim. Anlamadı tabii. Evrim’i yok ama en azından adını koydum: Evrim / bok / püsür / sür / sürreal...

Şimdi yıl sonu sergisinde gidip görebilirsiniz. Dersten geçtim tabii ki. Duyduğuma göre Evrim de içinde adım geçen bi proje hazırlıyormuş. Hahaha! Güldüm tabii ki, isterik isterik...

Delirdim diyorum, gerçekten delirdim / çıldırdım / manyadım / tırlattım / tozuttum... Sürekli gülüyorum, insanlara neşe veriyormuşum, her yere beni çağırmaya başladılar, abuk sabuk sorular soruyorum diye hocalarım beni mastır yapmaya ikna etmeye çalışıyor. Tanımadığım insanlarla da konuşmaya başladım. Artık bizim caddedeki esnaftan indirimli alış-veriş yapmaya başladım, o da yetmedi iş buldum part-time. Patron meşgulken, telefonlara bakıp müşterileri oyalıyorum.

Delirmek söz konusu olunca insanın intihar girişimleri de olmalı, di mi? Bu konuda geri kalmamak için iyi bir çalışma yaptım elbette. Hatta, bunun sadece bir girişimden ibaret olmaması için yüklü miktarda halüsinatif madde içeren haplardan aldım. Ve işlek bir caddeye bakan balkonumuzda "dünyaya veda partisi" düzenledim kendi kendime! İşte dünyaya ait son algılarım, yaşamın taa göbeğinden, şehirden insan manzaraları ve hayal gücümün mükemmel / kusursuz / inanılmaz / dehşetengiz / fevkalade... bileşkesi olacaktı.

Sabırsızlıkla beklediğim bu görsel şölenin ilk sinyali insanların inanılmaz hızlı hareket etmeye başladıklarını görmem oldu. Bir süre sonra bu hızlı hareketin aslında bir "kovalamaca" olduğunu ayrımsadım. Evet, evet kaçan kovalanıyordu... Hatta insanlar tazı ve tavşan kılığına bürünmeye başladılar... Pembe, beyaz tavşanlar zıplıyor, koca kulaklı tazılar yakaladıkları tavşanları parçalıyordu, ama tavşanlar zevk çığlıkları atıyordu... Artık daha fazla dayanamazdım... Kusmaya başladım. Böylece sinirlerim alt üst olarak şu yalan / dolan / vefasız / acımasız / anlamsız... dünyaya geri döndüm.

Aslında işler fena gitmiyo şimdi. Annem Dündar beyle çok mutlu, babam yıllardır istediğini yapıp bir sahil kasabasına yerleşti. Bize duyduğu vicdan azapları yüzünden inanılmaz miktarlarda harçlık veriyorlar. Eski sevgililerim yıl sonu sergisini gezip gezip ne kadar yetenekli olduğumu söylediler. Ne anladıklarını merak ediyorum doğrusu?! Bu arada, balkonda öyle yarı baygın bulununca hastaneye götürüldüm.

Şimdi psikiyatristimle aşk yaşıyorum. Adam benden daha deli!!! Çok mutluyuz. Duyduğuma göre Evrim de dellenmiş, sağa sola benim attığım kazıkları anlatıp intikam planları kuruyormuş. Kazık dediği de birkaç tane heykelciğini yaptım onun, "halay çeken bereket adamcığı" şeklinde. Uluslararası bir yarışmaya gönderdim! Ne var bunda? Aslında gururu okşanmalı, o kadar bereket adamcığı şeklinde yorumladık?! Üçüncülük kazandıysa bu benim suçum mu? Ha, bir de ondan esinlendiğimi anlattım... Birkaç dergiye röportaj verdim de. Neyse, benim umurumda değil artık! Her şey yolunda gibi, bir tek ben düzelemiyorum. Yani keçileri gerçekten kaçırdım ya, hayat o yüzden kovalıyo beni!

Yakala hadi yakala! Vermiycem işte!

SEN'LE SOHBET...










Sevmek...

"Sevmek" dedim.
"Yoluna ölmek" dedi.

"Yol" dedim.
"Alıp başını gitmek" dedi.


"Gitmek" dedim.
Bir "Ahh" çekip, "Dostlardan ayrılmak" dedi.


"Dost" dedim.
Durdu. Bana baktı. "Dost" diye mırıldandı.
"Yüreğime nasıl koysam bilemediğim" dedi.


"Yürek" dedim.
"Dünyaları içine sığdıramadığım" dedi.


"Dünya" dedim.
"Hayatın bir yüzü" dedi.


"Yüz" dedim.
"Ardında ne gizli bilemediğim" dedi.


"Giz" dedim.
"Hep çözmeye çalıştığım" dedi.


"Çalışmak" dedim.
"Bitmeyecek öykü" dedi.


"Öykü" dedim.
"Binlercesini içimde gizliyorum" dedi.


"Gizlemek" dedim.
"İşte, her şeyin bitimi" dedi.


"Şey" dedim.
"Sevda" dedi.


"Sevda" dedim.
"Peşinden koştuğum" dedi.


"Koşmak" dedim.
"Hayat, bir maraton" dedi.


"Hayat" dedim.
"Öyle kısa ki!" dedi.


"Niçin kısa?" diye sordum.
"Yaşanacak çok şey var, zaman yok" dedi.


"Yaşanması gereken ne var? " diye sordum.
"Aşk" dedi.


"Kaç kere?" diye sordum.
"Bin kere" dedi, "Milyon kere"

"Neden bir kere değil?" diye sordum.
"Bütün aşkların toplamı, en yüce ve tek aşk" dedi.


"Önce ona varsan olmaz mı?" diye sordum.
"Keşke olsa" dedi, "Ama önce yoğrulmak gerek"


"Acı çekmek mi?" diye sordum.
"Evet, aşk acısında yok olmak" dedi.


"Yok olunca!" dedim.
"İşte gerçek aşkta o zaman yaşamaya başlarsın" dedi.


"Gerçek aşk!" dedim.
"Büyük o!" dedi.


Durdum. Durdum. Ve sustum!


"Neden sustun?" diye sordu.
"Yüreğim titredi sanki" dedim.


"Neden?" diye sordu.
"Bilmiyorum" dedim. "Büyük O!"


"Evet" dedi, "Büyük O!"
"Nerede?" diye sordum.


"Her yerde" dedi.


"Nasıl?" diye sordum.
"Yüreğini aç" dedi.


"Yüreğimi açmak!" dedim.
"Bir tebessümle bak her şeye" dedi.


"Tebessüm" dedim.
"Her kapının anahtarı" dedi.


"Kapı" dedim.
"Girmeden bilemezsin" dedi.


"Ya korku!" dedim.
"Bilinmeyenden korkar insan" dedi.


"Ben bilmiyorum" dedim.
"Neyi?" diye sordu.


"Ben'i" dedim.
"Sen kimsin?" diye sordu.


"Ben kimim?" diye sordum.
"Sevgiyle beslenensin" dedi.


"Kimin sevgisiyle?" diye sordum.
"Büyük O'nun" dedi.


Durdum. Durdum. Yine sustum.


"Kimsin?" diye sordum.


"BÜYÜK O" dedi.

AŞKA VE SEVGİYE DAİR ...

Aşk ikidir sevgi bir;
Aşk yalan,sevgi gerçektir.
Aşk sudur,sevgi susuzluk.
Bu yüzden sevgi hasrettir,
Özlemektir,beklemektir.
Asıl maharet:
Susuzken suyu içmek değil
Karşısına geçip seyretmektir.
Aşk haykırmaktır,sevgi ağlamak;
Aşk açmaktır,sevgi katlamak.
Sevgi saklamaktır
Yüreğini,gözlerini
Ve de ellerini saklamak
Bahar geldiğinde…
Bir çiçeğe,yeşile,çimene
Aşık olamazsın ama seversin.
Arkadaşına aşık olamazsın
Ama seversin.
Toprağa fidanı aşkla değil
Sevgiyle dikersin.
Sevgi için ölünür,aşk öldürür.
Aşk kıskançtır,nankördür
Sevgiyi öldürür.
Aşk Kabil’dir,sevgi Habil.
Aşkla sevgi aslında kardeştir
Babaları insandır,Adem’dir
Aşk için şiirler yazarsın,
Şarkılar yaparsın;
Sevgiyi anlatamazsın.
Çünkü yüreğine sığdıramazsın.
Kalbini aşka kapatabilirsin
Ama sevgiye kapatamazsın
Sevgi gizli,aşk aşikardır.
Yüz vermeyince unutursun
Sen aşığım diye daha kendini kandır.
Dedim ya sevgi gerçek,aşk yalandır.
Dahası da var:
Aşkın gözü kördür,
Fazla naz aşık usandırır;
Aşk oyun,aşık oyuncaktır.
Sevgi ise yaşamdır,hakikattir.
Aşk aceledir,
Sevgi usul usul sabırlıdır.
Acele işe hem şeytan karışır.
Aşk ateşlidir
Çünkü hastalıklıdır.
Sevgi ılıktır
Çünkü sağlıklıdır.
Velhasıl bu iki kardeşin hikayesidir
Aşka ve sevgiye dair…

Take A Child By The ..







Take a child by the hand,
and show him the way,
Lead a child each morning,
into a beautiful day.
Take a child by the mind,
and give him the strength,
To fight every challenge,
and go to great lengths.
Take a child by the soul,
and let God be known,
It is by his mighty grace,
that so big they have grown.
Take a child by his sight,
and show him wonders galore,
Teach him curiosity,
and the need to explore.
Take a child by his smile,
so beautiful and sweet,
And tell him of all,
the friends he will meet.
Take a child by his wonder,
of the life all around,
Let him savor each flavor,
and hear each new sound.
Take a child by his dreams,
and say it's all-right,
To follow those dreams,
as far as he might.
Take a child by the heart,
and teach them to love,
For there is no greater gift,
from our creator above,
And after your child has grown,
and alone they now stand,
Watch and enjoy as they take,
their children by the hand.

-Ty Krotzer 5/14/98

MEMORIES FROM SMYRNI











THE HELLENIC NATIONAL ANTHEM
Translation in English by Rudyard Kipling (1918), an English Poet (1865-1939) who won the Nobel Prize in 1907


We knew thee of old
Oh, divinely restored,
By the lights of thine eyes
And the light of thy Sword

From the graves of our slain
Shall thy valour prevail
As we greet thee again-
Hail, Liberty! Hail!

Long time didst thou dwell
Mid the peoples that mourn,
Awaiting some voice
That should bid thee return.

Ah, slow broke that day
And no man dared call,
For the shadow of tyranny
Lay over all:

And we saw thee sad-eyed,
The tears on thy cheeks
While thy raiment was dyed
In the blood of the Greeks.

Yet, behold now thy sons
With impetuous breath
Go forth to the fight
Seeking Freedom or Death.

From the graves of our slain
Shall thy valour prevail
As we greet thee again-
Hail, Liberty! Hail!



--------------------------------------------------------------------------------

THE HELLENIC NATIONAL ANTHEM
in modern English
I shall always recognise you
By the dreadful sword you hold,
As the earth, with searching vision,
You survey, with spirit bold.
'Twas the Greeks of old whose dying
Brought to birth our spirit free.
Now, with ancient valour rising,
Let us hail you, Oh Liberty!
Now, with ancient valour rising,
Let us hail you, Liberty,
Now, with ancient valour rising,
Let us hail you, Liberty!
(repeated three times)




--------------------------------------------------------------------------------

THE HELLENIC NATIONAL ANTHEM
in Latin transliteration


(Lyrics composed by Nikolaos Mantzaros on 1857)

Se gnoriso apo tin kopsi,
Tou spathiou tin tromeri,
Se gnoriso apo tin opsi,
Pou me via metra tin yi.
Ap' ta kokala vialmeni,
Ton Ellinon ta iera,
Ke san prota andriomeni,
Haire, o haire, Eleftheria!
(repeat previous two lines three times)





These are some sites which are closely connected with the subject of the Hellenism in Minor Asia:


http://smyrnialbum.s5.com/
http://members.aol.com/peramos/per12.html , Peramos of Kyzikos - Chapter 12
http://imia.cc.duth.gr/turkey/gree.e.html , The Greek Holocaust of Thrace, Minor Asia and Pontos
http://www.hellas.org/asia_minor/
http://www.katsanevas.gr/articles/article15.html (in Greek language only)
http://www.greece.org/genocide/quotes/ , The Hellenic genocide, quotes from historical documents and related photos.
http://www.fhw.gr/chronos/13/en/index.html ,from Foundation of the Hellenic World.( http://www.fhw.gr)

ATATURK







Mustafa Kemal Atatürk, the founder of the Turkish Republic and its first President, stands as a towering figure of the 20th Century. Among the great leaders of history, few have achieved so much in so short period, transformed the life of a nation as decisively, and given such profound inspiration to the world at large.


Emerging as a military hero at the Dardanelles in 1915, he became the charismatic leader of the Turkish national liberation struggle in 1919. He blazed across the world scene in the early 1920s as a triumphant commander who crushed the invaders of his country. Following a series of impressive victories against all odds, he led his nation to full independence. He put an end to the antiquated Ottoman dynasty whose tale had lasted more than six centuries - and created the Republic of Turkey in 1923, establishing a new government truly representative of the nation's will.

As President for 15 years, until his death in 1938, Mustafa Kemal Atatürk introduced a broad range of swift and sweeping reforms - in the political, social, legal, economic, and cultural spheres - virtually unparalleled in any other country.


His achievements in Turkey are an enduring monument to Atatürk. Emerging nations admire him as a pioneer of national liberation. The world honors his memory as a foremost peacemaker who upheld the principles of humanism and the vision of a united humanity. Tributes have been offered to him through the decades by such world statesmen as Lloyd George, Churchill, Roosevelt, Nehru, de Gaulle, Adenauer, Bourguiba, Nasser, Kennedy, and countless others. A White House statement, issued on the occasion of "The Atatürk Centennial" in 1981, pays homage to him as "a great leader in times of war and peace". It is fitting that there should be high praise for Atatürk, an extraordinary leader of modern times, who said in 1933: "I look to the world with an open heart full of pure feelings and friendship".


Biography of Atatürk
Mustafa Kemal ATATÜRK

FOUNDER AND THE FIRST PRESIDENT OF THE TURKISH REPUBLIC


Atatürk was born in 1881 at the Kocakasım ward of Salonika, in a three story pink house located on Islahhane Street. His father is Ali Rıza Efendi and his mother Zübeyde Hanım. His paternal grandfather, Hafız Ahmed Efendi belonged to the Kocacık nomads who were settled in Macedonia during the XIV - XV th centuries. His mother Zübeyde Hanım was the daughter of an Old Turkish family who had settled in the town of Langasa near Salonika. Ali Rıza Efendi, who worked as militia officer, title deed clerck and lumber trader, married Zübeyde Hanım in 1871. Four of the 5 siblings of Atatürk died at early ages and only one sister, Makbule (Atadan) survived, and lived until 1956.


Upon reaching school age, little Mustafa started school at the neighborhood classes of Hafız Mehmet Efendi and later, with his father's choice, was transferred to Şemsi Efendi School. He lost his father in 1888 where upon he stayed at the farm of his maternal uncle for a while and returned to Salonika to complete his studies. He registered at the Salonika Mülkiye Rüştiye (secondary school) and soon transferred to the military Rüştiye. While at this school, his math teacher, also named Mustafa, added "Kemal" to his name. He attended the Manastır Military School between 1896 - 1899 and later the Military School in İstanbul from which he graduated in 1902 with the rank of lieutenant. He later entered the Military Academy and graduated on January 11, 1905 with the rank of major. Between 1905 - 1907 he was stationed in Damascus with the 5th. Army. In 1907 he was promoted to the rank of "Kolağası" (senior major) and was posted with the III rd Army , which was stationed in Manastır. He was the Staff Officer of the "Special Troops" (Hareket Ordusu) which entered İstanbul on April 19, 1909. He was sent to Paris in 1910 where he attended the Picardie manuevers. In 1911 he started to work at the General Staff Office in İstanbul.

Mustafa Kemal was stationed at Tobruk and Derne regions with a group of his friends during the war which started with the Italian attack on Tripoli. He won the Tobruk battle in 22 December 1911 against the Italians. On March 6, 1912 he was made the Commander of Derne.

When the Balkan War started in October 1912, Mustafa Kemal joined the battle with units from Gallipoli and Bolayır. His contributions to the recapturing of Dimetoka and Edirne were considerable. In 1913 he was assigned to Sofia as a military attache. In 1914, while still at this post, he was promoted to the rank of lieutenant colonel. His term as an attache ended in January 1915. By that time the First World War had started and the ottomon Empire was inevitably involved. Mustafa Kemal was posted to Tekirdağ with the assignment of forming the 19th Division.

Mustafa Kemal put his signature under a legend of heroism at Çanakkale during the First World War, which had started in 1914, and had the Allied Powers admit to the fact that "Çanakkale is unpassable!" On March 18, 1915 when the English and French navies in an attempt to force their way up the Çanakkale Strait gave heavy loses, they decided to put units on land at Gallipoli Peninsula. The enemy forces which landed at Arıburnu on 25 April 1915 were stopped by 19th Divison under Mustafa Kemal's command at Conkbayırı. Mustafa Kemal was promoted to the rank of colonel after this victory. English forces attacked at Arıburnu once more on 6-7 August 1915. Mustafa Kemal, as the Commander of the Anafartalar Forces won the Anafartalar Victory on 6-7 August 1915. This victory was followed by the victories of Kireçtepe on August 17, and the Second Anafartalar Victory on August 21. Turkish nation who lost about 253.000 men at battle, had managed to emerge in honour against the Allied forces. Actually the fate at trenches changed when Mustafa Kemal addressed his soldiers with the words "I am not giving you an order to attack, I am ordering you to die!"

Mustafa Kemal was stationed at Edirne and Diyarbakır after the Çanakkale wars and was promoted to the rank of lieutenant general on 1 April 1916. He fought against the Russian forces and recaptured Muş and Bitlis. Following short assignments at Damascus and Khallepo, he came to İstanbul in 1917. He traveled to Germany with Vahdettin Efendi, the heir to the throne. He became sick after this trip and went to Vienna and Karisbad for treatment. He returned to Khalleppo on 15 August 1918 as the Commander of the 7th army. At this front, he fought successful defence wars. He was appointed as the Commandar of Yıldırım Armies one day after the signing of the armistice at Mondros. When this army was disbanded, he came to İstanbul on November 13, 1918 and started to work at the Ministry of Defence.

When, following the Mondros Armistice, the Allied forces started to take over the Ottoman armies, Mustafa Kemal went to Samsun on May 19, 1919 as 9th Army Inspector. With the circular he published on 22 June 1919 at Amasya, he declared that " The freedom of the nation shall be restored with the resolve and determination of the nation itself" and called the meeting of the Sivas Congress. He convened Erzurum Congress during 23 July - 7 August 1919 and Sivas Congress during 4 - 11 September 1919, thus defining the path to be followed towards the freedom of the motherland. He was met with great enthusiasm in Ankara on 27 December 1919. With the initiation of the Turkish Grand National Assembly on 23 April 1920, a significant step was taken on the way to establishing the Turkish Republic. Mustafa Kemal was elected as the head of the national assembly as well as the head of the government. The Grand National Assembly started to put into effect the necessary legislative measures so as to enable the Independence War to come to a successful conclusion.

Turkish War of Independence started with the first bullet shot at enemy on 15 May 1919 during the Gerek occupation of İzmir. The fight against the victors of the First World War who had divided up the Ottoman Empire with the Treaty of Sevres signed on 10 August 1920, initially started with the militia forces called Kuva-yi Milliye. Turkish Assembly later initiated a regular army and achieving integration between the army and the militia, was able to conclude the war in victory.

The significant stages of the Turkish War of Independence under the Command of Mustafa Kemal are

Recapturing Sarıkamış, Kars and Gümrü
Çukurova, Gazi Antep, Kahramanmaraş, Şanlı Urfa defenses (1919 - 1921)
Ist İnönü Victory
IInd İnönü Victory
Sakarya Victory
Great Attack, Battle of the Chief Commander and the Great Victory
After the Sakarya Victory, National Assembly bestowed the rank of marashal on Mustafa Kemal and the Gazi (veteran) title. War of Independences came to end with the Lozanne Agreement, which was signed on 24 July 1923. Hence, there were no longer any obstacles to create a new nation on Turkish soil which Treaty of Sevre had torn to pieces leaving Turks an area the size of 5-6 provinces.

The National Assembly which first convened on 23 April 1920 in Ankara was the first clue to the Turkish Republic. The successful management of the War of Independence by this assembly accelerated the founding of the new Turkish State. On 1 November 1922, the offices of the Sultan and caliph were severed from one other and the former was abolished. There was no longer any administrative ties with the Ottoman Empire. On 29 October 1923, Turkish Republic was formally proclaimed and Atatürk was unanimously elected as its first President. On 30 October 1923, the first government of the Republic was formed by İsmet İnönü. Turkish Republic started to grow on the foundations of the twin principles "Sovereignty, unconditionally belongs to the nation" and "peace at home, peace in the world,"

Atatürk undertook a series of reforms to "raise Turkey to the level of modern civilization" which can be grouped under five titles

1. Political Reforms

Abolishment of the office of the Sultan (November 1922)
Proclamation of the Republic (29 October 1923)
Abolishment of the caliph (3 March 1924)
2. Social Reforms

Recognition of equal rights to men and women (1926 - 1934)
Reform of Headgear and Dress (25 November 1925)
Closure of mausoleums and dervish lodges (30 November 1925)
Law on family names (21 June 1934)
Abolishment of titles and by-names (26 November 1934)
Adoption of international calendar, hours and measurements (1925 - 1931)
3. Legal Reforms

Abolishment of the Canon Law (1924 - 1937)
Transfer to a secular law structure by adoption of Turkish Civil Code and other laws (1924 - 1937)
4. Reforms in the fields of education and culture

Unification of education (3 March 1924)
Adoption of new Turkish alphabet (1 November 1928)
Establishment of Turkish Language and History Institutions (1931 - 1932)
Regulation of the university education (31 May 1933)
Innovations in fine arts
5. Economic Reforms

Abolution of tithe
Encouragement of the farmers
Establishment of model farms
Establishment of industrial facilities, and putting into effect a law for Incentives for the Industry
Putting into effect Ist and IInd Development Plans (1933-1937), to develop transportation networks
Acccording to the Law on Family Names, the Turkish Grand Assembly gave "Atatürk" (Father of Turks) as last name to Mustafa Kemal on 24 November 1934.

Atatürk was elected as the Speaker of the Grand Assembly on 24 April 1920 and again on 13 August 1923. This was a position equal to that of the president as well as the prime minister. Republic was proclaimed on 29 October 1923 and Atatürk was elected as the first President. Elections for President were renewed every four years according to the Constitution. In 1927, 1931 and 1935 Turkish Grand Assembly again elected Atatürk as the president.

Atatürk took frequent trips around the country and inspected locally the works undertaken by the state, giving directives were problems were faced. As president he was host to visiting foreign presidents, prime ministers and ministers.

He read his Great Speech, which covers the War of Independence and the founding of the Republic on 15 - 20 October 1927, and his 10th Year Speech on 29 October 1933.

Atatürk led a very simple private life. He married Latife Hanım on 29 January 1923. They took many trips to different parts of the country together. This marriage lasted until 5 August 1925. A great lover of children he adopted girls named Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye and Zehra and a shepperd boy named Mustafa. He also took two boys called Abdurrahim and İhsan under his protection. He provided for the futures of these children who survived.

He donated his farms to the Treasury in 1937 and some of his real estate to municipalities of Ankara and Bursa. He divided his inheritance among his sister, his adopted children and to the Turkish History and Language Institutions. He enjoyed books and music as well as dancing, horse riding and swimming. He was extremely interested in Zeybek dances, wrestling and the Rumelia folk songs. Games of billards and backgammon gave him great pleasure. He valued his horse Sakarya and his dog Fox . He had a rich library. He used to invite statesman, scholars and artists to dinners where the problems of the country were discussed. He was particular about his appearence and enjoyed dressing well. He was also a lover of nature. He used to frequent the Atatürk Forest Farm and join in the work.

He knew French and German. Atatürk died on 10 November 1938 at 9.05 A.M at Dolmabahçe Palace, defeated by the liver ailment he was suffering from. He was taken to his temporary place of rest at the Ethnograpy Museum in Ankara on 21 November 1938. When the mausoleum was completed, he was taken to his permanent rest place with a grand ceremony on 10 November 1953.


ATATURK VIDEOS

(http://www.ataturk.com/index.php?option=com_content&task=view&id=25&Itemid=44)

Collection of video files are available in this section about Ataturk. Please select the file you would like to watch from the dropped menu on the left. You will need Real Player to watch these.

You can download the FREE BASIC Version of Real Player from this link . (There is also a Premium Version with 14 Day Free Trial but you need to pay for it.)

Name Description File Format File Size
Atatürk 1/3
Atatürk's Life Part 1 of 3
RM 12M
Atatürk 2/3 Atatürk's Life Part 2 of 3 RM 12M
Atatürk 3/3 Atatürk's Life Part 3 of 3 RM
4.5M
Turkey 2003
Turkey TV Commercial (USA)
RM
1.5M

Turkey 2002
Turkey Tourism Intro RM
8.5M

Turkey 2000
Turkey TV Commercial (USA)
RM
650K

Turkey - A Land Unique Turkey Country Info Video RM 8M

Turkey - Holy Land
The Forgotten Holy Land - Documentary
RM 11M

Turkey - Intro Turkey Counrty Intro RM 4.5M

Turkey - Intro (HR)
Turkey Counrty Intro (High Resolution)
RM 22M

Istanbul - Timeless City
TV Commercial RM 1.4M
Topkapi Palace - Harem
Introduction to Harem at Topkapi Palace
RM 1.5M

Edgar Allan Poe /

Senelerce senelerce evveldi
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabell Lee
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni

O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabell Lee
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırlardı bizi

Bir gün işte bu yüzden göze geldi
O deniz ülkesinde
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabell Lee
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni

Mezarı ordadır şimdi
O deniz ülkesinde
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi -
Evet - Bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutunun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabell Lee

Sevdadan yana, kim olursa olsun
Yaşça başça ileri
Geçemezdi ki bizi
Ne yedi kat göklerdeki melekler
Ne deniz dibi cinleri
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabell Lee

Ay gelip ışır, hayalin erişir
Güzelim Annabell Lee
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabell Lee
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki
Yattığın yerde seni

Çeviri: Melih Cevdet Anday


www.yitikulke.com

NARKISSOS






Kendine aşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte aşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür . Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda 'eko' dediğimiz yankılara dönüşür.

Olimpos dağında oturan tanrılar bu duruma çok kızarlar ve Narkissosu cezalandırmaya karar verirler. Gene günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce farkedemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine aşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, ayni Ekho gibi Narkissos ta günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür. İşte narsisistik kişilik bozukluğu olan kişiler de bu şekilde kendilerine aşık, hep önde olmak, en gözde olmak isteyen, başkalarının düşünce ya da isteklerine gereken ilgiyi gösteremeyen kişilerdir. Plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında, gereken ilgiyi göremediklerinde aynı Narkissos gibi erirler, çökerler.


EKHO ILE NARKISSOS(NERGIS)

Hera, kocasinin nymphelerden biriyle düsüp kalktigindan kuskulaniyordu. Zeus'un sevgilisinin hangi nymphe oldugunu bilse, elinen geleni yapar, onu cezalandirirdi. Ama bilmiyordu. Ögrenmek için korulara indi bir gün. Koruda güzel Ekho, arkadaslariyla oturmus konusuyordu. Hera'nin geldigini sezen nymphelerin hepsi kaçisti; yalniz Ekho kaldi ortada.


Hera , Zeus'un sevglisi olsa olsa bu peridir. diye düsündü; sonrada dilden dile dolasan haksizligini kullanarak onu cezalandirdi. Ekho, konusamayacakti artik; kendinden önce kim konustuysa onun son kelimesini tekrarlayacakti. Ilk kelimeleri söylemeyeceksin diye buyurdu Hera.


Ekho'ya zor geldi bu. Narkissos'u seviyordu. Hep onun arkasindan gidiyor, pesinde dolasiyor, ama agzinin açip da tek kelime söyleyemiyordu. Bir gün, bir firsat geçti eline. Narkissos, arkadaslarina:"kimse var mi burada?" diye seslendiginde son kelimeyi seviçnle tekrarladi:"Burada, Burada". Agaçlarin arkasinda duruyordu; Nrakissos göremedi onu. "Gel" Ekho'nun düslerine giren kelimeydi bu. "Gel", dedi ve kollarini açarak agaçlarin arasindan çikti. Nympheyi görünce pek sasirdi Narkissos, kaçip gitti.




Yüreginden yaraladigi kizlardan biri, bir gün tanrilara yararak Narkissos'un cezalandirilmasini istedi. Yüce tanrilar, "Baskalarini sevmeyen kendini sevsin," dediler ve kati yürekli dalikanlinin cezalandirilma isini, adi hakli öfke anlamina gelen tanriça Nemesis'e biraktilar


Nemesis'in görevini yerine getirmesi uzun sürmedi. Narkissos susayip da duru bir pinara egilince, suda kendi yüzünü gördü. "Baskalari benim yüzünden ne kadar aci çekmis simdi anliyorum dedi." "Kendime karsi olan sevgimle yaniyorum ben. Suda yansiyan bu güzellige nasil ulasabilirim? O güzelligi birakamam da. Yalniz ölüm kurtarir beni."


Böylece su kiyisinda eriyip gitti Narkissos. Cani, ölüler irmagini geçerken suya egildi, son bir kere bakti yüzüne..


Nympheler, Nrakissos kadar kati yürekli degillerdi. Ölü gövdesini aradilar onun, gömeceklerdi. Bulamadilar. Eridigi yerde güzel yepyeni bir çiçek açmisti. Sevdiklerinin adiyla adlandirdilar onu Narkissos dediler


Ekho'ya gelince...Narkissos, kendinden kacaliberi magaralara çekilmisti, daglarda tek basina yasiyordu. Hala da oralardadir. Kim yüksek sesle bir sey söylese, son kelimeyi tekrarlar

Narkissos'tan Aynaya: Portreler
Halil Gökhan

Portrenin tarihi Narkissos’un kendi yüzüne suda görüp âşık olmasıyla başlar. Ve Narkissos’a âşık olan su perisi Ekho günden güne erir, içine kapanır ve dağlara kaçar. Ama Narkissos’un yüzü fotoğrafın icadıyla birlikte görüntü yankılarına boğulur. Bir anlamda Narkissos, Ekho’ya kavuşur ve hiçbir kara sevdaya nasip olmayan bir yazgıyla portre tarihinin sonunda birleşirler.

“Kendine âşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte âşık olur. Ancak Narkissos bu aşka karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda 'eko' dediğimiz yankılara dönüşür. Olimpos dağında oturan tanrılar bu duruma çok kızarlar ve Narkissos’u cezalandırmaya karar verirler. Gene günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine aşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, ayni Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür.”

Narkissos’un suya yansıyan suretini görmesi ve kendine âşık olmasıyla birlikte portreler tarihi başlar. İnsanın kendi yüzüne hayran olması, ondan bir tane daha istemesi ve onu çoğaltmasıyla da aşılır. Saklanan yüzün gerçek değeri yüzün sahibinin kendini dondurulmuş bir zamanda hatırlamasıyla da artar. Böylelikle portre geleneği tamamlanır.
Resimlenen yüz, fotoğraf ve sinema tarihinin başlangıcına kadar insan portresinin monotip çehresini oluşturdu. Kral portreleri, soylu kadınların yüzleri, ressamların karanlık atölyelerindeki modellerin solgun bakışlı ve beklemekten sabrı taşmış, şaşkın, umutsuz yüzler... Hepsi de bu çehrenin hareketsiz, sabit unsurlarıydılar.
Narkissos’un yüzü fotoğrafın icadıyla birlikte görüntü yankılarına boğuldu. Bir anlamda Narkissos, Ekho’ya kavuştu ve hiçbir kara sevdaya nasip olmayan bir yazgıyla portrelerin tarihinin sonunda birleştiler.
Ve durgun tanrıların dağı Olimpos “hareket”le yıkıldı. Hareket tanrıları dünyayı sardı. Dünyanın hareket etmesi, evrenin hareketlerinin keşfi Olimpos dağının kara bulutlarına şimşekleri yükledi. Ve mitolojinin tanrı sağanağı, hareketli bir evrenin kapısı olan bilinmezliğin ve kuşkunun selinde boğuldu.
Tekerleklerin otomobil gövdelerini taşımasıyla, sinema da fotoğraf karelerini hızlandırdı. Portreler küçüldü, çünkü o zamana kadar resim sanatının çok önemsemediği kollar, bacaklar ve doğa resim çerçevesinin içine girmeye ve aynı anda aynı çerçevede binlerce resim birden yer almaya başladı.
Bu ölümcül nokta resim sanatı için tarihsel ve evrimsel dönüm noktasıdır. Resmin yoğurduğu görüntü artık çoğaltılabilir ve sınırsız sayıda saklanabilir bir enstantane malzemesidir. Kadraj değersizleşmiştir, artık onun yerine görüntülerin hikâyesi ve yazınsal alandaki içeriğin görüntülü ve sesli aktarımı önlerde saf tutmaktadır.
Günümüz resim sanatını taşımaya çalışan kadraj, geometrinin bile çok uzağında kalmıştır. Çağdaş plastik sanatları tahakkümü altına alan yerleştirmeler, performanslar, happening ve video oyunları kadraj yerine figürsüzlüğü, figür yerine ise objeleri temel aldılar. Figür, portrenin en büyük eşlikçisiydi. Koruyucu ve kollayıcı. Onsuz olmayacak bir portre günümüzde artık sadece moda dergilerinde, fotoğraf stüdyolarının vesikalık arşivlerinde, düğün fotoğraflarında, 3. sayfa haberlerinde -flu olarak- ve zanaat sayılan vesikalıktan bakılarak yapılmış portrecilerin yağlı boya tablolarında, kartonlarında yaşıyor. Ve de kuaför salonlarında, daha gerçek olarak... kadınların makyajlı yüzlerinde. Yapılıyor ve bozuluyor. Eskiden tablolardan yüzler akmazdı. Şimdi daha gerçekçi olmak üzere yüzler pamuklarla, temizleyici solüsyonlar eşliğinde siliniyor. Temizlik sonrasında uykuya, gecenin ve evin karanlığına teslim edilmek üzere yüzler çıkıyor ortaya; sahibinin bile makyajdan daha az gördüğü... Bu yüzlerden ne okunabilir? Elden ele taşınan ve ötekinin yüzünü taşıyan fotoğrafın yarattığı benzeşme histerisi mi? Güzel bir kadın yüzü mü? Bakan yüzler mi? Silinen insan mı? Hiçbiri? Hepsi?..
Bunların cevapları da bir yüze bedel. Uygarlığın yüzü... İnsanın yüzünde bu yüzden dalgalanmalar, hatta kırılmalar bulmak mümkün. Makinaların, işletim sistemlerinin, mutfak robotlarının beklemeyi ve sabrı öldürdüğü, hayatı hızlandırdığı kırılmalar.
Yüzlerde, bütün gerilmelere rağmen oluşan çatlaklar bakmanın sonunu da habercisi.

Tanrı Zeus’un karısı Hera, Zeus’un su perilerinden biriyle birlikte olduğundan şüphelenip bir gün korulara indi. Hera’nın geldiğini duyan perilerden hepsi kaçıştı ve ortada bir tek Ekho kaldı. Ekho kendinden emindi, çünkü Narkissos’a âşıktı, bu yüzden kaçmamıştı. Hera, Zeus'un sevgilisi olsa olsa bu peridir, diye düşündü; sonra da dilden dile dolaşan haksızlığını kullanarak onu cezalandırdı. Ekho, konuşamayacaktı artık; kendinden önce kim konuştuysa onun son kelimesini tekrarlayacaktı. İlk kelimeleri söylemeyeceksin, diye buyuruyordu Hera. Bu ceza yüzünden Ekho, Narkissos’a olan aşkını tam olarak söyleyemedi. Ona ulaşamadı bir türlü. Narkissos konuşursa bile ancak söylediğinin son kelimesini tekrarlayabiliyordu. Narkissos kendinden kaçtıktan sonra mağaralara çekildi Ekho, dağlarda tek başına yaşamaya başladı. Hala da oralardadır. Kim yüksek sesle bir şey söylese, son kelimeyi tekrarlar.
Aynalar da yüzlerimizin Ekho’sudur. Narkissos aynadır. Sadece aynaya baktığımızda Narkissos ve Ekho’nun birleştiğini görürüz. Ses hep görüntüye âşıktır. Onun peşinden gider, kovalar. Görüntü ise kendi dilinde konuşamayan sesten habersiz, kendine âşıktır.

Çağların İçkisi Şarap









Gülgün Akbaba, Bilim ve Teknik, Cilt 28 Sayı 326, S. 59-60, 1995


...

Hititler yıkıldıktan sonra MÖ 1000'in başlarında Doğu Anadolu'da krallık kurarak üç asır tarih sahnesinde görünen Urartular'ın zenginliğini, özellikle de geniş ekin tarlaları ve üzüm bağları olduğunu Asur kralı III.Sargon'un Urartu seferinden bahseden belgelerden öğreniyoruz. Sargon bu ekinleri ve bağları nasıl tahrip ettiğini de anlatıyor.

MÖ 2000'lerde Ege göçleri denilen kavimler göçü ile Anadolu'ya gelen bir Trak kabilesi olan Frigler zamanında da şarapçılık gelişme gösteriyor. Frigler'in en önemli özelliği demir işleme sanatında gösterdikleri başarı ve bunun yanında üzüm çeşitlerinin bolluğudur.

Şarap kültürü MÖ 2000 yıllarında Fenikeliler veya 1500 yıllarında Ege sahillerinde oturan Yunan kolonilerince önce Yunanistan'a sonra da Roma'ya sokuluyor. MÖ 600 yıllarında da Roma'dan Marsilya yolu ile Fransa'ya geçiyor. Yunanistan ve Roma'da şarap o kadar değer kazanıyor ki törenlerin vazgeçilmez içkisi haline geliyor. Hatta yaklaşık 1000 yıl süre ile ilahlaştırılıyor ve Yunanistan'da şarap ilahlarına Dionysos, aynı ilaha Roma'da da Baccus deniyor.

Dionysos diğer adıyla Baccus hakkında mitolojide şu bilgiler yer almaktadır.

Kodmos ve Harnonia'nın kızı Semele, Zeus'un vurulduğu kadınlardan biridir. Hera'nın bitmeyen kıskançlığı, zavallı Semele'yi beklenmedik bir yazgıya iter. Hera, ihtiyar bir sütnine kılığına girerek Semele'ye şöyle der: "Zeus'a yalvar da sana kendini Tanrı olarak bütün görkemiyle göstersin." Buna kanan Semele, Zeus'tan böyle bir dilekte bulunur. Zeus, şimşek ve yıldırımla kendini gösterir ve Semele yanar. Karnındaki yedi aylık çocuğunu düşürür. İşte bu çocuk Zeus'tan olma Bakkhos yani Dionysos'dur. Zeus, Semele'nin düşürdüğü ve mucizevi olarak orada biten sık yapraklı bir sarmaşığın yanmaktan koruduğu Dionysos'u baldırına koyar ve onu ikinci bir doğumla meydana getirir.

Sonra onu Hermes'e vererek Boiotia'da kocası Athamas'la birlikte yaşayan ve Semele'nin kızkardeşi olan İno'ya gönderir.Fakat kıskanç Hera burada da kendini gösterecek ve İno ile kocasını çıldırtacaktır. İno oğlunu bir kaynar su kazanına atıp boğarken kocası da Learkhos'u bir geyik zannedip kargıyla vurur. İno yaptığı işin korkunçluğunu anlayınca kendisini oğlunun ölüsüyle denize atar. Atar da Tanrılar ona acırlar ve İno'yu bir deniz kızına dönüştürürler.

Zeus, oğlunu kıskanç Hera'nın elinden zor kurtarır ve onu bir keçiye dönüştürmek zorunda kalır. Hermes, Dionysos'u, yeri pek bilinmeyen Nysa dağına nymphalar arasına götürür. Bu periler Dionysos'u büyütüp, eğitirler. Eğiticiler arasında Silenos da vardır. Dionysos, gençlik yaşına gelince üzümü ve şarap yapma sanatını bulur. Bir söylentiye göre de bu içkiden biraz fazla kaçırdığı için kıskanç Hera'nın hışmına uğrayarak delirir. Sonra, nymphalardan ve satrylerden oluşan alayı ile dünyayı dolaşmaya başlar. Apollodoros'a göre Şarap Tanrısı Mısır'a gittiğinde delilikten hala kurtulamamıştır. Frigya'ya vardığında Rheia tarafından iyileştirilir. Daha sonra Trakya'ya geçer. Kral Lykorgas, üzüm ve şarap düşmanıdır. Dionysos'un bütün alayını tutuklar. Dionysos'un kendisi ise, deniz dibinde Thetis'in yanına zor sığınır. Ama kutsal öç gecikmez ve Kral Lykorgas delirir. Asma ağacı sanarak oğluna saldırır ve onun bacaklarını yok ettikten sonra kendisine gelir. Şarap Tanrısı Adalar'a geçer. Bu yolculukla ilgili şu efsane anlatılır: Dionysos, kayalık bir adanın sahilindeyken korsanlarca yakalanır ve bir köle olarak satılmak üzere Mısır ya da Kıbrıs'a götürülmek istenir. Ama Dionysos'u her bağlayışlarında, üstündeki iplerin kendiliğinden düşmesi dümencinin dikkatini çeker; bu gencin bir Tanrı olabileceğini düşünerek onu salıvermeleri için arkadaşlarını uyarır. Ne var ki dümenciyi kimse dikkate almaz. Bu sırada bütün gemi şarap terler, yelken ve direkleri asma dalları, üzüm salkımları kaplamaya başlar. Tutsak genç ise kaptanın üstüne atlayarak kükreyen bir aslana dönüşür. Bunu gören korsanlar korkudan denize atlarlar ve atlamalarıyla yunus balığına dönüşürler. Bu felaketten sadece dümenci kurtulur.

Dionysos'un alayına "thiosos" denirdi. Bu alayı silenoslar, satryler ve nymphalardan başka Bakkhalar oluşturuyordu. Bakkhalar "Tanrı Dionysos-Bakkhos'un dinsel törenlerini kutlayan kadınlar alayı" idi. Bunlar tıpkı Tanrı'nın kendisi gibi çıplak bedenlerini nebris denilen benekli ceylan derisiyle örter, başlarına sarmaşık çelenkleri sarar ve ellerinde thyrosos, ucunda çam kozalağı bulunan sarmaşık ve asma yaprakları sarılı uzun değnekleri ve Promethus'un insanlara ateşi taşıdığı rattheks kamışları ile Tanrı'nın peşinden koşar, geceleri dağda, bayırda, ormanda kendilerinden geçerek Tanrı'ya karışırlardı. Dionysos'un dinini benimsemiş bu kadınlara olgun ermişlik anlarında Tyhas (vecd halinde olmak), çılgınca kendilerinde geçtikleri zamana da mainos (çıldırmak, taşkın bir coşkuya kapılmak) denirdi. Dionysos, mainos durumunda, kendisini benimsemiş bu kadınlarla bir anlamda toplu seks(orgy) yapıyordu.

Dionysos bir doğa Tanrısıydı. Onun simgelediği asıl büyük kuvvet doğanın kendisi değil, insanla doğa arasında bir ilişki, insanı doğanın sırlarına erdiren büyülü bir güçtü. Yunan dilinde bu güce erme, mainomai ve enthousiasmos denir. İşte bu doğa sırlarına ve gücüne ermek, yani Tanrılaşmak, insan için ulaşımı en çok özlenen aşamaydı ki Dionysos bu ereğe varmanın yolunu herkes için kolayca açmıştı; bu yol şarap ve sarhoşluktu. Asma kütüğünün yeryüzüne yayılmasıyla uygarlığın buğdaydan sonraki aşaması gerçekleştirilmiş, insan şarabı elde ettikten sonra yaratıcılığın kökeninde bulunan değişim yapma gücüne ulaşmıştı.

...

Kaynak: Gülgün Akbaba, Bilim ve Teknik, Cilt 28 Sayı 326, S. 59-60, 1995

*******************************************************************************
DIONYSOS (Bakkhos)
Dionysos, Olympos'a giren tanrıların en sonuncusudur. Dionysos, Yunan mitolojisine dışarıdan gelen bir tanrıdır. Yunanistan'da başlangıçta bu tanrıya karşı büyük bir tepki olduğu bu konudaki efsanelerden açıkca anlaşılmaktadır. Ancak daha sonra kabul görerek en önemli tanrılardan biri olmuştur. Roma'da eski İtalik tanrı Liber Pater'le özdeşleştirilmiş olan, aslında klasik dönemin bağ, şarap ve mistik vecd tanrısıdır. Homeros onu tanrı olarak kabul etmemiştir. Buna karşın Hesiodos'ta bir tanrı olarak karşımıza çıkar.Dionysos'la ilgili asıl bilgiler, MÖ 5.yy'da yaşayan ünlü yazar Euripides'in "Bakkha'lar" adlı tragedyasından edinilmektedir.

Dionysos, Yunan tanrıları içinde en fazla sayıda ada sahip olanıdır. Bakkhos, Bromios, Euhios, Dithyrambos, İakkhos ve İobakkhos gibi çeşitli isimlerle çağrılır. Dionysos'un bütün isimleri anlamlıdır. Ancak bir bölümünün etimolojileri konusunda ortak bir sonuca ulaşılamamıştır, bir kısmı ise birden fazla anlama sahiptir.

Mitolojiye göre Dionysos, Semele (Kadmos ile Harmonia'nın kızı) ile Zeus'un oğludur. Semele, Zeus'un aşık olduğu kadınların en talihsizidir. Tanrı Zeus, Semele'ye öylesine tutulur ki onun her isteğini yerine getireceğine kutsal ırmak Styks üstüne yemin eder. Bu ilişkiyi haber alan Hera, Semele'nin dadısı kılığına girerek onu, Zeus'u gök tanrısı sıfatıyla görmesi konusunda ikna eder. Ettiği yemin üzerine Zeus, yıldırım ve şimşekleriyle görünür ve Semele yakıcı ışık ve ısıya dayanamayarak ölür. Semele'nin karnındaki yedi aylık bebeği alan Zeus onu baldırında büyütmüş, zamanını tamamlayıp doğunca Hermes'e vermiştir.Hermes küçük Dionysos'u büyütmeleri için Orkhomenos Kralı Anthamas ile Semele'nin kız kardeşi olan ikinci karısı Ino'ya vermiştir. Hermes bebek Dionysos'un, Hera'nın hışmına uğramaması için kız giysileri giydirilmesini söylemiştir. Ne var ki Hera bu oyuna gelmemiş ve Ino ve Anthamas'ı delirtmiştir. Daha sonra Hermes, Dionysos'u Nysa vadisindeki nymphelere bakmaları için götürmüştür. Hera'nın zarar vermesini engellemek için Zeus, Dionysos'u bir oğlağa dönüştürmüştür. Bu olay Dionysos'un ritüel sıfatı olan "oğlak" sıfatını açıklamakta ve Nysa adıyla da, Dionysos adının yaklaşık bir etimolojisini vermektedir.

Dionysos'un doğuş efsanesinin geçtiği yer bazı hikayelerde Thebai'dır[1]. Dionysos ismi bu sebepen dolayı iki kere doğan anlamına gelmektedir. Ancak Euripides'in efsanesinde Dionysos'un asıl kaynağı ayrıntılı olarak işlenmiştir. Dionysos bir Lidya-Frigya tanrısıdır. Bakkhalar korosunun ilk sözü olan "Ben Lidya'nın altın ovalarından geliyorum, vatanım Lidya'dır" deyimi tanrının kendini tanıtmasına da uygundur

Dionysos, kılığı, kıyafeti ve karekteri ile de bölgenin özelliklerini taşır. Bu nedenle Pentheus[2], kadınca gördüğü Dionysos'un tutumunu yadırgayarak şöyle der; "Yabancı bir sihirbazdan bahsediyorlar, Lidya'dan gelmiş. Kokulu saçları, sarı perçemleri, mor yanakları varmış, siyah gözlerinde Aprodite'nin sihri parlıyormuş". Yine aynı tragedyada davul, dümbelek, tef ve flütün Manisa-Sardes yöresindeki Dionysos törenleri sırasında kullanılan Anadolu kaynaklı sazlar olduğu anlaşılmaktadır. Dionysos dininin özünde bulunan vecd, kendinden geçme, coşku, taşkınlık Kybele törenlerinde de karışımıza çıkmaktadır. Bu Dionysos'un Anadolu kaynaklı bir tanrı olduğunun en önemli kanıtıdır.

Yunan mitolojisinde Dionysos, nympheler tarafından büyütüldükten sonra Hindistan ve Arabistan yarımadası olmak üzere pek çok uzak ülkeye gitmişve buralarda bulduğu asma dalını gittiği heryere taşıyarak insanlara şarap yapmasını, kendisine tapınılmasını öğretmiştir. Halikarnas Balıkçısına göre Dionysos'un asma için bu kadar uzaklara gitmesine gerek yoktur. Yabani üzüm asmaları, yalnızca Güney Anadolu ve Kuzey Suriye'de yetişmektedir. Asma buradan Anadolu göçmenleri tarafından Yunanistan, İtalya, Güney Fransa ve İspanya'ya taşınmıştır. Balıkçı'ya göre Bakkhos (Dionysos) yalnızca şarap tanrısı değildir.İvriz'deki Hitit kabartmasında Bakkhos bir elinde üzüm salkımı, diğer elinde arpa yada buğday başağı tutmaktadır. Çünkü insanoğlu şaraptan önce bira yapımının sırrını bulmuştur[3].

Bakkhalar; Tanrı Dionysos-Bakkhos'un dinsel törenlerini kutlayan kadınlar alayı. Çıplak bedenlerini nebris denilen benekli ceylan postlarıyla örter, başlarını sarmaşık çelenkleriyle süslerlerdi. Ellerinde, ucunda bir çam kozalağı bulunan (thyrsos) sarmaşık ve asma yaprakları sarılı değnekler ve Promethus'un Olympos'dan ateşi çalarken kullandığı dalları taşırlar. Geceleri ormanların karanlık köşelerinde, dağlarda koşarak kendilerinden geçerler, bu sırada doğayla birleşip üstün bir güç haline gelerek önlerine çıkan vahşi hayvanları parçalarlar. Bu kadınlara vecd (olgun ermişlik) anlarında Thyas, çılgınca kendilerinden geçtikleri anlarda Mainas denir. Tapınakları yoktur, yumuşak serin çimenlerde yatar, açık havada gökyüzüne doğru tapınırlardı. Sonra Dionysos'un verdiği otları, böğürtlenleri yer, yaban keçisinin sütünü içer, kanlı avlara çıkarlardı. Bakkhaların bu çılgınca tavırları Kybele törenlerinde kendini hadım eden Pessinus rehiplerinin tutumunu çağrıştırır.

Yunan mitolojisinde Dionysos efsanesi şöyle devam eder; uzak ülkelerden dönen Dionysos sonunda kendi kültünü yerleştirmek için Thebai'a gelir.Yanında ellerinde sarmaşıklarla, şarkı söyleyen kadınlar vardır. Pentheus gelenleri görür ama yanlarındakinin Dionysos olduğunu bilmez. şehrin orta yerinde bağırıp, çağırıp şarkı söyleyen bu kalabalığı sevmez, nöbetçileri çağırarak hepsini yakalatmak ister. Ama askerlerden biri onun Semele'nin oğlu Dionysos olduğunu ve Demeter'le birlikte yeryüzünde insanları koruduğunu söyler. Ancak Pentheus onu dinlemez ve Dionysos'u yakalatarak şehre getirir. Ancak Bakkhalar dağlara kaçmışlardır. Dionysos, Pentheus'a kendisini yakalayıp zindana kapatamayacağını; zira bir tanrı olduğunu söylemesine rağmen Pentheus onu iki kez bir hücreye atmaya çalışmıştır. İkisinde de Dionysos oradan çıktı. Pentheus'a çok kızarak Bakkhalar'ın peşine düşmüştür. Onları bulduğu zaman, kendi annesi ve kız kardeşileri olmak üzere pek çok Thebai kadınının Bakkhalar'ın yanında olduğunu görür. İşte o zaman Dionysos kutsal gücünü kullanarak bütün kadınları çıldırttır. Çıldıran kadınlar Pentheus'u yabani bir dağ aslanı zannederek üzerine atlayıp parçaladılar.Onu öldürenler arasında kendi annesi de vardır. Thebai kralı Pentheus, Dionysos'un tanrı olduğunu ancak ölürken anlamıştır. Dionysos bir süre sonra kadınların akıllarını başlarına getirmiştir. Pentheus'un annesi ve Thebai'lı kadınlar yaptıklarını anlayıp çok üzülmüşlerdir.
Şarap tanrısı Dionysos, iyi yürekli ve yumuşak başlıydı fakat bazen çok kötü de olabiliyordu.Dionysos tapınımı, birbirine karşı bu iki davranışın ortasında gelişmiştir. Kendisine tapanlara sevinç ve özgürlük verebildiği gibi yabanıl yıkımı da getirebiliyordu. Çünkü şarap iyi olduğu kadar kötüdür de. İnsanların içini ısıtır, onları neşelendirir ama çok içilirse sarhoş eder.Yunanlılar şarabın bu iki özelliğini bildikleri için Dionysos'a yalnız iyilikler değil, kötülükler de yaptırmışlardır. Ama yine de şarabı her zaman sevmişlerdir.

Dionysos'un bütün hastalıkları iyileştiren bir kadehi (kantharos) vardı. O kadehten içki içen korkuyu unutur, cesaretlenirdi. İnsanlar bundan dolayı şarap tanrısını diğer tanrılardan daha çok sevmişlerdir. Ama ona tapanlar arasında hiç şarap içmeyenler de vardı. Çünkü Dionysos yalnız içki yoluyla değil esin yoluyla da özgürleşmeyi kabul ederdi.

Dionysos törenleri, insanlara yalnız mutluluk içinde yaşamayı değil iyi bir umutla ölmeyi de öğretmiştir. Yunanistan'da hiçbir bayram ve törenle karşılaştırılmayacak olan bu şölenler asmalar yeşermeye yüztutunca başlar ve beş gün sürerdi. Bir barış ve kardeşlik havası eser, tutsaklar salıverilirdi. Halk açık havada, bir tiyatroda toplanır, oynanan oyunları izlerdi. şairler, oyuncular ve şarkıcılara tanrının uşağı gözünde bakılırdı. Dionysos'un rahibi de tanrı adına bu şenliklere katılırdı.
Dionysos tiyatrosunda komediler de oynanırdı ama trajediler daha fazlaydı. Mitolojideki her olay gibi bu da bir nedene dayanmaktadır. Dionysos da Demeter gibi aslında acı çeken bir ölümsüzdü, ancak acısı doğrudan kendinden kaynaklanmaktaydı. Asma, meyva veren diğer ağaçlardan çok farklıdır; hepsinden daha çok budanır, kışın yapraksız, çıplak ve eğri büğrüdür. Kışın gelişiyle Dionysos Persephone gibi ölürdü. Ama onunki çok daha korkunç bir ölümdü.Bazı öykülere göre Hera'nın, bazı öykülere göre de Titanların buyruğuyla paramparça edilirdi. Aylar geçer yeniden canlanır ve yeniden ölürdü. Tiyatrosunda onun yeniden hayata dönüşünü kutlarken öleceğini de unutmazlar, o yüzden tragedyalar oynarlardı. Dionysos trajik yanları olan bir tanrıdır.

Dionysos bu yanıyla bir taraftan da ölümün son olmadığını gösterirdi. Ona inananlar ölümün ötesinde bir hayatın olduğunu bilirlerdi. şarap tanrısı dirilen bir ölü değil, ölen bir diriydi.

Dionysos her bakımdan doğaya yöneliktir. Ancak simgelediği asıl güç doğanın kendisi değil, insanla doğa arasındaki bir ilişki, insanı doğanın sırlarına erdiren büyülü bir güçtür. Doğa sırlarına ve gücüne ermek, yani tanrılaşmak insanoğlunun ulaşmayı istediği bir aşamadır. Dionysos bu aşamaya ulaşmanın yolunu herkese açar. Bu yol, şarap ve sarhoşluktur. İnsan yaratacılığının kökeninde bulunan gücü, şarabı elde ettikten sonra kazanmıştır.

Dionysos bu nitelikleriyle Yunan yazınının en önemli kolu olan tragedyayı doğurmuştur. Özellikle V.yy. sonlarında Yunanistan'da son derece yaygınlaşmıştır. Hıristiyanlığın bu bölgelerde hızla yayılmasında bu dinin önemli katkısı olmuştur. Dionysos'un mistik akımlar ve tarikatler üzerindeki etkisi Anadolu'da da açık bir şekilde hissedilir. Bektaşiliğin ve günümüze dek önemini yitirmeyen başka tarikatlerin kaynağında Dionysos dininin bulunduğu artık herkesce kabul görmektedir.

Dionysos tasvirlerinde çoğu kez genç bir adam olarak gösterilir. Kabarık, dalgalı saçları arasında üzüm ve asma yapraklarından oluşan bir çelenk, elinde kantharos vardır. Diğer elinde ise ucu çam kozalağı ile sonuçlanan, üzerine sarmaşıklar sarılı thyrsos tutmaktadır.