Çarşamba, Mayıs 31, 2006

Bir Gün ...










Bir gün sakin sakin oturup düşündüm ve delirmeye karar verdim. Farkındayım, "Deliricem!" demekle delirilmiyor ama "Sağlıklı düşünmek için harcadığım enerjiyi artık harcamamak bile bu yolda atılmış büyük bir adım olsa gerek." diye düşündüm. Hem zaten mantık aramak gerekmiyor ki; saçma, imkansız, hatta delice bir fikir, di mi? Evet, evet... Delice... İşte başladım bile. Heyyooo! Deliriyorum.

İşe başlamak çok zor olmadı inanın. Aslında insan bu kararı aldığında biraz kafası karışıyor. Yani nerden başlasam diye... Neyse ki bi gün boyunca yatağın üzerinde hiç kımıldamadan oturdum. Bu da deliliğin bir göstergesi olduğundan kendimi hiç de geç kalmış hissetmiyordum. Sonunda beni bu noktaya getiren olaydan başlamanın en doğrusu olacağına karar verdim. Ama hay allah! Bu karar sağlıklı bir düşünme biçimi sonunda doğdu... Neyse... Bu işe daha yeni başladık ne de olsa!

Telefon rehberimi elime aldım ve bütün eski sevgililerimi aradım:

"Sana çok ihtiyacım var Cem / Aydın / Bülent / Ertan / Serdar... Son günlerde çok zor günler geçiriyorum. Buluşmamız lazım. Bu pazartesi / salı / çarşamba / perşembe / cuma... uygun mu?"
Mırın kırın edip görüşmek istemeyenlere hemen ekleme yaptım:

"Sana çok önemli bir şey itiraf edeceğim."

Ha ha ha kaçış yok! İtiraf ettim.

Bunlar hep beni terk eden sevgililerimdi. Aslında benim için terk edilmek bir sorun değil tabii; ama beni deli eden nokta hepsinin "kaçan kovalanır" mantığına sahip olmalarıydı. Ne zaman ki ben onlara aşkımı itiraf ettim, onların türlü çeşitli yavşaklıklarının sebebi olarak öne sürdükleri aşk / sevgi / hoşlanma / tutku / istek... duyguları sırra kadem bastı. Ben de onlar için yeni bir itiraf paketi hazırladım. Onların erkeklik / beceri / gurur / onur / haysiyet... adı her ne ise, bir şeylerini zedeleyecek bir itiraf! Son sevgilim Evrim de bu bokun soyundan geliyor ama onun için başka planlarım var. Neyse...

İtiraf ettim:

"Cem / Aydın / Bülent / Ertan / Serdar..., benim büyük bir sorunum var... Ben nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum... Ben orgazm olamıyorum!"

(Nası yalan! Nası yalan! Ohh! İçimin yağları eridi...)
Cem / Aydın / Bülent / Ertan / Serdar...:

" Ne ?!! Benimleyken de mi?"

"Evet, çok üzgünüm... Yani taklit yapmıştım, aslında sen mutlu ol diye, gerçekten... Ama hata yaptığımı şimdi anlıyorum."

Ahh, yüzlerindeki ifadeyi görmeliydiniz... Ama çok kısa sürdü. Ben salağım zaten. Bu büyük darbe yüzünden uzun süre acı çekeceklerini düşünmüştüm ama gel gör ki, onların "kaçan kovalanır" mantığı beni "ayak basılmış ama keşfedilememiş" olarak niteledi. Hepsi melek gibi çocuklar oldular, inanamazsınız... Herkes benim için çalışıyor. Hemen her gün arıyorlar: Şarap, mum, yemek, müzik / şampanya, banyo, köpük, masaj / viski, araba, heyecan, macera... Şaştım kaldım. Bilmediğim ne kadar çok pozisyon varmış!

Tamam, her şey benim yararıma gözüküyor, farkındayım. Şikayet etmem saçma sanki! Ama ben deliyim artık kardeşim! Ben zamanında her şey yoluna girsin diye çok uğraştım, şimdi olanlar hiçbir şey ifade etmiyor!

Neyse, özel hayatımla ilgili bu ilk planımın şaşırtıcı sonuçlarıyla uğraşırken aileme de delirdiğimin alametlerini vermeye başladım. Anne, baba, çocuklar olarak yediğimiz akşam yemeklerinde histeri krizimin el verdiği ölçüde, olur olmaz her şeye güldüm / kıkırdadım / kikirdedim / kahkaha attım / sırıttım... Bu konuda büyük başarı gösterdiğimi iddia ediyorum. Çünkü bu tuhaflığım yüzünden, bizimkilerin suratlarının alacağı ifadeyi düşündükçe daha çok gülesim geliyordu. Hatta iki boğulma tehlikesi geçirdim ve sonuçta babamdan son on beş yılın ilk "aferin" ini aldım.

"Bak! Şu kız gibi olamadınız! Hepiniz somurtup oturun öyle! Her şeyiniz var, yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda! Aferin kızım! Hep gül böyle!"

Tabi o andan itibaren benim kahkahalarım hıçkırıklara dönüştü ama bizimkiler hala güldüğümü sanıyorlardı. Tanrım! Babam beni seviyooo, bana ‘aferin’ dedi!!!

Yılmadım, deliliğime devam ettim: Özel bir telefon görüşmemi dinleyen annemin cep telefonunu chat ortamlarında Ali / Veli / Erdal / Haydar / Dündar... adlı kırk yaşlarındaki bekar adamların hepsine verdim. Evet, evet cep sapıkları yüzünden sinir krizleri geçirecek, hatta belki babam bile bu işe karışabilir... Ancak annemden hiç ses / seda / şikayet /dırlanma / sızlanma... çıkmadı. Hatta ben böyle bir şey yaptığımı unutmuştum. Ta ki annem ve babam arasındaki sıradan bir terlikli / küllüklü /vazolu / televizyonlu / buzdolaplı... kavganın sonunda annem bu; Ali, Veli, kırk dokuz elli arasından Dündar olana kaçacağını açıklayıncaya kadar:

"İnanamayın siz. Gençliğimi size harcamış olabilirim, saçım süpürge de olsa benim de artık bir sevgilim var! Bim bam bom! Ndündar mesut olucazz!"

Sevgili annem, bir iffet-i iftihar olan annem, sonunda sevdiği bir adamla yaşayacak! Çok mutlu oldum! Tabii, benim dışımda kimse annem ertesi gün ortadan kaybolana dek bu sözlere inanmadı!!! Ha ha ha! Güle güle anne! Yüreğinin götürdüğü yere git! Ehuhuhuohohohe!

Evde hal ve vaziyet böyleyken, beni bir saniye bile boş bırakmayan eski /yeni / devam eden / süregelen / yeniden başlayan... sevgililerimle uğraşmayı sürdürdüm.

Her sevişme sonrasında elimizde bir şeyler kalır bilirsiniz: Soyut ve somut... İşte o somut şeylerden biri olan sperm bulaşmış tuvalet kağıdı / selpak / kağıt havlu / mendil / peçete... nesnesi bu kez benim bir deli olduğumun kanıtı olacaktı. Sağolsunlar, benim için uğraştıkları o muhteşem sevişmelerin ardından "ben atarım" diye aşırdığım bu tuvalet kağıdı /selpak / kağıt havlu / mendil / peçete... leri her birini ayrı şeffaf torbalara koyarak birbirine bağladım ve kime aitse ismini yazarak etiketledim: Cem / Aydın / Bülent / Ertan / Serdar... Ha ha ha! Eserime bayılmıştım! Gülmeyin sonunda eser oldu hakikaten. Evrim denen o son sevgilime delirdiğimi göstermem gerektiğinden bu harika poşetleri sevgili okulumuza; güzel / fevkalade / enteresan / inanılmaz / muhteşem... sanatlar fakültemize götürmüştüm. Şöyle diyecektim:

"Evrim / bok / püsür / sür / sürreal... seni! Seninki eksik kaldı! Son bir sevişmeye ne dersin? Ek olarak orgazm olamıyorum!"

Ben bunu demeden, hatta daha Evrim / bok / püsür / sür/ sürreal... i görmeden iki senedir dersinden kalmakta olduğum hocam:

"Ah! Esin, yavrum! Sonunda bitirmişsin projeni! Ne kadar güzel! Ne kadar postmodern!" diye zırvalayarak poşetlerimi elimden aldı.

"Hocam daha bitmedi; daha Evrim var eklenecek!" dedim.

"Eee, bugün atelyede ekleyiverirsin" dedi.

"Atelyede sevişmek pek mümkün değil, ama denerim" dedim. Anlamadı tabii. Evrim’i yok ama en azından adını koydum: Evrim / bok / püsür / sür / sürreal...

Şimdi yıl sonu sergisinde gidip görebilirsiniz. Dersten geçtim tabii ki. Duyduğuma göre Evrim de içinde adım geçen bi proje hazırlıyormuş. Hahaha! Güldüm tabii ki, isterik isterik...

Delirdim diyorum, gerçekten delirdim / çıldırdım / manyadım / tırlattım / tozuttum... Sürekli gülüyorum, insanlara neşe veriyormuşum, her yere beni çağırmaya başladılar, abuk sabuk sorular soruyorum diye hocalarım beni mastır yapmaya ikna etmeye çalışıyor. Tanımadığım insanlarla da konuşmaya başladım. Artık bizim caddedeki esnaftan indirimli alış-veriş yapmaya başladım, o da yetmedi iş buldum part-time. Patron meşgulken, telefonlara bakıp müşterileri oyalıyorum.

Delirmek söz konusu olunca insanın intihar girişimleri de olmalı, di mi? Bu konuda geri kalmamak için iyi bir çalışma yaptım elbette. Hatta, bunun sadece bir girişimden ibaret olmaması için yüklü miktarda halüsinatif madde içeren haplardan aldım. Ve işlek bir caddeye bakan balkonumuzda "dünyaya veda partisi" düzenledim kendi kendime! İşte dünyaya ait son algılarım, yaşamın taa göbeğinden, şehirden insan manzaraları ve hayal gücümün mükemmel / kusursuz / inanılmaz / dehşetengiz / fevkalade... bileşkesi olacaktı.

Sabırsızlıkla beklediğim bu görsel şölenin ilk sinyali insanların inanılmaz hızlı hareket etmeye başladıklarını görmem oldu. Bir süre sonra bu hızlı hareketin aslında bir "kovalamaca" olduğunu ayrımsadım. Evet, evet kaçan kovalanıyordu... Hatta insanlar tazı ve tavşan kılığına bürünmeye başladılar... Pembe, beyaz tavşanlar zıplıyor, koca kulaklı tazılar yakaladıkları tavşanları parçalıyordu, ama tavşanlar zevk çığlıkları atıyordu... Artık daha fazla dayanamazdım... Kusmaya başladım. Böylece sinirlerim alt üst olarak şu yalan / dolan / vefasız / acımasız / anlamsız... dünyaya geri döndüm.

Aslında işler fena gitmiyo şimdi. Annem Dündar beyle çok mutlu, babam yıllardır istediğini yapıp bir sahil kasabasına yerleşti. Bize duyduğu vicdan azapları yüzünden inanılmaz miktarlarda harçlık veriyorlar. Eski sevgililerim yıl sonu sergisini gezip gezip ne kadar yetenekli olduğumu söylediler. Ne anladıklarını merak ediyorum doğrusu?! Bu arada, balkonda öyle yarı baygın bulununca hastaneye götürüldüm.

Şimdi psikiyatristimle aşk yaşıyorum. Adam benden daha deli!!! Çok mutluyuz. Duyduğuma göre Evrim de dellenmiş, sağa sola benim attığım kazıkları anlatıp intikam planları kuruyormuş. Kazık dediği de birkaç tane heykelciğini yaptım onun, "halay çeken bereket adamcığı" şeklinde. Uluslararası bir yarışmaya gönderdim! Ne var bunda? Aslında gururu okşanmalı, o kadar bereket adamcığı şeklinde yorumladık?! Üçüncülük kazandıysa bu benim suçum mu? Ha, bir de ondan esinlendiğimi anlattım... Birkaç dergiye röportaj verdim de. Neyse, benim umurumda değil artık! Her şey yolunda gibi, bir tek ben düzelemiyorum. Yani keçileri gerçekten kaçırdım ya, hayat o yüzden kovalıyo beni!

Yakala hadi yakala! Vermiycem işte!

Hiç yorum yok: