Pazartesi, Temmuz 10, 2006

maymulek

Seni ne çok sevdim ben. Ne çok gözyaşı döktüm senin için. Geceleri sen yatağında meleklerin kanatlarıyla uçarken ben penceremin önünde senin rüyana girmek için dua ederdim. Bir bakışına, bir dudak kıvrımında titreşen gülüşüne ulaşmak için dünyanın bütün çiçeklerini önüne sererdim.

Şiirler, şarkılar, sevgiler içimde tutuşan bir ateş, onun yangınında senin için kül kesildim. Ağır hastalar geceyi zor geçirir. Sabahı bekler kırgın yürekler, hasta umutlar, yalnız ruhlar. Yalnızdı gecelerim. Hastaydı gecelerim. Kan kaybından giden bir yaralı gibi umarsızdı gecelerim. Bir uçurumun kenarına beni taşıyan karabasandı gecelerim. Adına yalnızlık dedim. Sensizlik dedim.. Sen beni bilmedin, beni tanımadın, beni sevmedin.. Bu bir ölümdü, bu bir fermandı .. Bıçak kesmez artık beni, ip asmaz, çeküller yüreğimi taşımaz. Yaşamak mümkün değil, yalnızlık karanlık kapılarıyla üstüme kapandı. Amansız acılar içindeyim.

Ben seni ne çok sevdim. Dünya bildi, bir sen bilmedin. Yalnızlığın diğer adı aşka karşılık almamaktır. Kaçılamayacak kadar yakın, tutulamayacak kadar uzak bir yerdesin.. Benim aşkıma yalnızlık kucak açtı. Senin yokluğuna dokundum, içim yandı. Odamın çıldırtan sessizliğinde sana seslendim. Yankısı döndü dolaştı, senin kapıların bana kapalı. Kendi sesim yine bana ulaştı. Anladım ki beni hiç duymayacaksın.

Sana sitem edemem. Sana kırılamam. Bir tek dileğim var senden, son bir tek isteğim. O da MUTLU OLMAN.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

İftira


* Bir iftira başka iftiralar doğurur ve yerleştiği yerde ebediyen kalır. Shakespeare
* İftira eşek arısına benzer, onu ilk vuruşta öldüremeyecekseniz, hiç dokunmamak daha iyidir. Bernard Shaw
* İftira, kılıçtan daha zalim silahtır, çünkü iftiranın açtığı yaralar hiç kapanmaz. Henry Fielding
* İftira kötü köpek gibidir, kaçanın ardından ürür, pervasızlıkla yüzüne baktın mı sesini keser. G. Csiky
* İkiyüzlülüğü, dalkavukluğu beceren, iftirayı da becerir. Napolyon
* İnsan genellikle başkasına sürmek istediği çamura bulanır. Cenap Şehabeddin
* İnsan iftirayı ancak önem vermemekle yenebilir. İftira edileni değil, edeni kirletir. The Circle
* İnsanlara ok atmak, dil ile taşlamaktan daha hafiftir. Zira dil taşlaması hedefini şaşırmaz. Süfyan Es-Sevri
* Kar gibi olsan yine iftiradan kurtulamazsın. Shakespeare
* Maksat iftira atmak olduktan sonra, söylenecek sözmü bulunmaz, fazilet bile iftiranın ekmeğine yağ sürer. Lesage



İhanet


* Başkalarının emeğiyle kazandıklarını kendine mal etmekle, ihanet arasında pek büyük fark yoktur. Alfred Taylor
* Bilmeden yapılan hata yanlışlıktır, bilerek yapılan hata ise ihanettir. B. Brecht
* Bir krala ihanet için bir tek bıçak yeter de artar bile. Fuller
* Dikkat et, sözlerin kendine ihanet edebilir. Baraccio
* Eğer birine ihanet edersen bu seni ölünceye kadar düşündürür. August Wolf
* Hile ve ihanet güçsüz insanların işidir. La Rochefaucaul
* İhanete uğramanın acısını yalnız hainler bilir. Shakespeare
* İhanet, iyi başlar; ama sonunda kendine ihanet eder. Liuy
* İhanet kadar hızlı bir şey yoktur. Cicero
* İhanetin küçüğü, büyüğü olmaz. Hz.İsa (a.s)
* Sezar, ihaneti sever, hainlerden nefret ederdi. Plutarkhos

Adsız dedi ki...

İki kadın ve bir erkek. Üzerine sayısız öyküler, romanlar, şiirler yazılan, filmler çekilen sonsuz üçgen. Bu sonsuz üçgen içinde, gerçekliklerini yitirmiş iki kadının bir yaz akşamı yok olan düşleri. Aşk bir yalansa ve de yoksa, eskilerinizi atın!.. Ayşe Durukan’ın kaleminden.

Kadın kapıdan içeri girdi. Kendine güvenli, emin ve yumuşak adımlarla barın ortasına doğru yürüdü. Çevresine bakındı. Dikdörtgen bar tezgahının, kapıdan yana olan, uzun kenarında oturan kadını gördü. Hafifçe kadına doğru yöneldi, "Frida"dedi. Bar taburesindeki gergin kadın da "Ece" dedi.

Her ikisi de birbirlerine, gerçek isimleriyle seslendiklerinde büyünün bozulacağını düşünmüş olsalar ki, sanal kalmayı seçtiler ilk dakikalarda. En azından bu öyküde. Frida, yanındaki bar taburesini işaret ederek konuştu: "Gelip gelmeyeceğinizi bilmediğim için yer ayırtmadım. Şüphecilik ve güvensizlik uzun zamandır karakterim oldu".

Ece, bar taburesine yerleşti. Çantasını yanındaki tabureye bıraktı ve Frida'ya döndü.

"Ben de sizin gelip gelmeyeceğinizi bilemedim. Biraz da erken gelmişim. Arabayı park edecek yer bulmakta zorluk çektim. Aşağılarda bir yerlere park ettim. Çıkışta bulabilir miyiz, bilmiyorum"

Bir an karşılıklı bakıştılar. Her ikisinde de tedirginlik vardı. Frida, "bulursunuz"dedi. "Mahallemiz karışık değildir". Klasik hal hatır sormalar izledi konuşmayı. Her ikisi de, buluşma nedenlerini, cümleye nereden başlayacaklarının kısa bir muhasebesini yaptılar. Frida, aranan olmanın verdiği güvenle lafı açtı. "Neden buluşmak istediniz?" Ece, "Daha önce siz istemiştiniz ama, ben hazır değildim. Şimdi de ben istedim. Ama mesajlarıma verdiğiniz yanıtlardan görüşmek istemediğiniz sonucunu çıkardığım için, sizi aramadım. Bir de araya hafta sonu tatili girdi. Sonra siteminizi alınca, aradım" dedi.

İki kadının bir araya gelme nedeni üçüncü bir kişi, bir erkekti. Farklı zaman diliminde, birbirlerinden habersizce, aynı erkeğe aşık olmuşlardı. Ece, adamla, onun evinde son buluşmalarından birinde, adamın çantasını karıştırınca kadının mektubunu bulmuştu.

"Biliyorum, birlikte değildiniz. Ama kelimeleriniz beni etkiledi. Hiç yüzleşmeden evinden çıktım ve bir süre kendimle hesaplaştıktan sonra size ve ona o mesajı attım. Sizin yaşadıklarınız, benim yaşadıklarım çok benzer şeylerdi. Mesajım üzerine arayıp, çok ağır konuştu, bağırdı çağırdı. Özelimizi neden başkasına anlatırsın, diye sinirlendi. Ben alışık değildim o kadar kaba sözlere. Telefonu kapattım ve bir daha görüşmedim".

Frida, kadının samimiyetini ölçtü, biçti, tarttı. Kendi kendine, "bu kadar kuşkucu olma kızım. Kadın, sana inanarak gelmiş ve konuşuyorsunuz" dedi içinden. "Nasıl tanıştınız?" diye sordu. Kadının anlattıklarından, yalnız yaşananlar ve duygular değil tanışmaların bile benzerlik taşıdığını gördü. Hiçbir orijinallik yoktu. Bu kadar yaratıcı, zeki bir adamın kadın bulma yöntemindeki sıradanlık kendisini düşündürttü. Ama onun da, Ece'nin de, adamla tanışmalarında ne fark vardı ki?

Frida, adamın Ece'de ne bulduğunu düşündü. Kendisi de güzel değildi. Ama, hastanedeki kadın güzeldi. Neden öteki değildi. Yine de Ece ile hastanedeki kadın arasında bir benzerlik gördü. İkisi de sarışın, ikisi de okur yazar, meslek sahibi kadınlardı.

Ece'nin anlattıklarından çıkardığı kadarıyla, evliliği rutine girince, heyecan ve macera adına kocasından boşanmış, bir çocuğu olan bir kadındı. Diğer kadının aynı özellikleri taşıması olasıydı. Frida ister istemez karşılaştırma yaptı. Her ikisi de büyük bir olasılıkla kendi işlerinin sahipleriydiler. Baba güvencesinden, koca güvencesine geçmişler, yaşamın zorluklarıyla pek karşılaşmamışlardı. Ekonomik olarak da rahat bir yaşamları olmuştu anlaşılan.

Eee, çocukları da büyüyüp, kocayla abi-kardeş olunca, menopozda gelip çatınca, özgürlük tahtıravallisine bir kraliçe edasıyla binmişlerdi belki de. Ece'lik de buradan geliyor diye düşündü Frida. Hastanedeki kadın neredeydi, şimdi ne yapıyordu bilmediğini düşündü. Oysa telefonu vardı. Arasa mıydı acaba? Ece, o kadını hiç merak etmediğini söyledi. Bu hiç inandırıcı gelmedi Frida'ya. O kadın uğruna terk edilmişti, hiç insan sevdiği adamın yanı başındaki kadını merak etmez miydi? O hep etmişti.

Kendisine 'boncuklu kadın' adını takan kadın, şimdi burada olsa, ne derdi acaba? Gülmek geldi içinden. Üçlü resmi düşündü. Üç kadın ve o adam. Ne gülmesi, gülmekle ağlamak arası bir noktadaydı. Beynine yeniden şüphe tohumları ekildi. Ya bu kadın, yani Ece, o kadının, yani hastanedekinin çok özel arkadaşıysa. Kendisiyle görüşmeye o göndermişse Ece'yi??? Beyninden düşünceleri kovmak için başını salladı. Sanki gidermiş gibi. Hasır şapkası uçacakmış gibi oldu. Bardaki kürdanlardan birkaç tane aldı, şapkasına batırdı, şapkayı sağlamlaştırdı.

Neden buna gerek duymuştu ki? Kapalı bir mekanda oturuyorlardı ve şapkanın uçacağı yoktu. Tıpkı düşüncelerinin olmadığı gibi. Boş ver, dedi kendi kendine. Öyle de olsa, böyle de olsa tongaya basmıştı. Hem bu öylesine oyunlar oynayacak, komplolar kuracak bir kadına da benzemiyordu. Acaba, diye düşündü. Her kadında, biraz komploculuk yok muydu? Off... dedi. Yine yazmaya başladığını düşündü. Olur olmadık şeyler aklına geldiği için, sevdiği adam ona hep manyak, salak, sapık gibi sıfatlar yakıştırırdı. Onun, o sıfatları söylemesi rahatsız etmezdi kendisini. Yüzsüzlüğünden ya da gerçekten hak ettiğinden değil, kendisini ifade etme şansı olmadığındandı hoşgörüsü. Nasıl anlatabilirdi ki, içsel olarak aklına gelenin başına geldiğini.

Ece'ye döndü. Çok mu uzun sürmüştü bunları düşünmek. Hayır...Birkaç saniye. Garson bile siparişleri almaya henüz gelmemişti. Frida, yabancısı olmadığı mekanın verdiği rahatlıkla garsonu çağırdı. Spagetti siparişleri verildi. Ortaya da bir salata. Ece şarap, Frida'ysa her zaman olduğu gibi rakı söyledi kendisine.

"Siz buraya sık geliyorsunuz galiba. Bende bir süredir gelmek istiyordum. İyi oldu" dedi Ece.

İçinden kuşlar uçuştu kadının. Sevdiği adam, onu buraya çağırmamıştı, getirmemişti.

Ama..."Nerde buluşuyordunuz siz, hep evde mi?" diye sormaktan kendini alamadı. Bir keresinde Andon'a gittiklerini anlattı. Bir de, adamın yemekten sonra, Ece'yi arkada bırakarak, hızlı hızlı önden yürüyüp gitmesini.

"Ben hiç alışık değilim böyle kabalıklara. Asansöre bininceye kadar soğuk davrandı. Sonra ise bir sevgili gibi. Herkesin kabalık derecesi farklıdır. Ama benim için yaptığı büyük kabalıktı. Sonra hep, adamın her kabalığında, tarzının bu olduğunu düşündüm"

Kadın farklı bir sosyal çevrenin, sınıfın insanıydı. Adam da Frida da sokak çocuklarıydılar. Serserilik vardı içlerinde. Her ikisinin de kabalıkları vardı.

Biraz önce yüreğinde kanat çırpan kuşlar, patır patır dökülüverdi. Gözleri doldu. Yaşlar aktı ha akacak. Tuttu kendini. Ece anlatıyordu hala. "Bir iki kerede, karşıya çağırdım. Siz Taksim'desiniz ama, ben karşıda oturuyorum. Karşıda yemeğe çıktık. Genelde.. hep onun evinde birlikte olduk." Ece'nin her kelimesi bir bıçak gibi saplandı. O, sevdiğiyle hiç içki içememiş, şöyle baş başa iş güç telaşı olmadan, uzun geceler yaşamamıştı. Kızdı kendisine. Hem kadının teklifine olumlu yanıt vermişti, hem de kadının söyledikleri karşısında üzülüyordu. Adamla kendisinin yaşadıklarında meyhaneler, restoranlar yok ise, bunun sorumlusu kendisiydi. Cumburlop bir ilişkiye kim gir demişti ona ki. Daha adamla, adamın evinde ilk buluşmalarında yatakta bulmuşlardı kendilerini. Ece son vuruşunu, Frida'yı evine bırakırken yaptı. Sondan bir önceki vuruştu ve tam 12'den isabet etmişti.

"Eğer, kardeşim yalan söylediği için onunla beş yıl konuşmadım demeseydiniz, bunları söylemeyecektim" diyerek. Daha bu yakınlarda adamla yeniden buluştuklarını, birlikteliklerini anlattı. Adam aramıştı, o da yanıt vermişti. Yeniden sevişmişlerdi ve şimdide birlikteydiler. Adam, geçmişi hiç deşmemesini istemişti. Böyle daha iyi, sorgulamanın gereği yok, gibisinden şeyler söylemişti. Ece, adamdan öğrenemediklerinin, merak ettiklerinin yanıtının peşin sıra, kadına gelmişti.

Frida'dan, adamın etrafından ulaşabileceği tek kadından, üstüne üstelikte, aynı erkekle ilgili düşler kurdukları kadından, adamla ilişkisinin boyutunu, adamın düşüncelerini öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü kadın, hala ve her şeye rağmen adamın yanında, yanı başındaydı. Frida, şüpheciliğinde ne kadar haklı olduğunu düşündü. Adamın yanında neden ve nasıl oluşunu açıklarken, kadını dürüst olmamakla suçladı. Buzdan kaleler erirken, inancı bir kez daha sarsılan Frida, kadına verdiği tüm sözleri unutuverdiğini söyledi.

Arabadan inerken kendisini düşündü. Frida'lığını. Frida Kahlo'yu anımsadı. Ve Salma Hayek'in oynadığı "Frida" filmini.

Son sergisinin açılışına sakat ve hasta haliyle, yatağıyla gidişindeki görkemi anımsadı. Seçtiği isimle bile ne kadar özdeşleştiğini düşündü. O hasta ve sakat yatağında yatarken, Tahtıravallisindeki bir kraliçe edasıyla Ece'nin sevdiği adama gidişini izledi.

Sevdiği adama seslenmek geldi içinden. Frida'nın kelimeleriyle.

(...) Görüşmesek bile, bana yazmayı sürdürmeni istiyorum. Bana söyleyebilecek hiçbir şeyin yoksa bile, bomboş iki sayfa yolla. Ya da aynı şeyi yüz kez yaz. Bu, en azından beni düşündüğünü gösterecektir...

Beni sevmiyorsan söyle tatlım. Ben seni, sen beni zerre kadar sevmesen bile seviyorum".

İki kadın. İkisi de çok uzak zaman dilimlerinde yaşadı. Biri dün de, diğeri bugün de. Adamsa...Eski bir şarkı misali her yerde.

Adsız dedi ki...

Aşkın en sağlam sigortası mesafedir" der Enis Batur, Cogito'nun "Aşk" sayısına yazdığı önsözde...

Yıllar yılı hasretle beklediği ışığa kavuşan bir hücre mahkumu nasıl körleşirse, aşk da körelir yakına gelince...

Sanki özlemdir aşkın çimentosu; özlem çekildi mi aşk, kumsalda şehvetinden soyunmuş yatan çıplak bir beden kadar sıradanlaşır, ehlileşir, söner.

Belki ondandır aşkların en güzelinin mektuplara yazılmış, şarkılara dökülmüş, telefonlarda söylenmiş oluşu...

Mutlu aşkta yazılacak bir şey bulunamamıştır çünkü...

* * *

Nazım Hikmet'in hayatı bu tezin ispatıdır adeta...

Nazım'ın hep uzağındaki kadınları sevdiği söylenebilir.

Piraye ile 1935'te evlendi. Ertesi yıl tutuklanarak içeri girdi. "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950'de çıkana kadar yazıştılar.

17 yıllık ilişkileri boyunca yazılan 581 mektubu Piraye Hanım'ın oğlu Memet Fuat yayınladı geçenlerde... Nazım, karısına şöyle yazıyordu:

"Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılâbı ve inkılâbın Marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet'in Hatice Zekiye Pirayende Piraye'yi sevmesi gibi seviyorum."

O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diyordu. Oysa öyle olmadı. Taze bir ekmek hayaliyle yıllar yılı aç yaşayan biri, hasretle dişlediği somunun dördüncü diliminde ne hissederse onu hissetti Nazım; ot yağmura, ayna ışığa kavuştuğunda ne olursa, o oldu.

Alışıldı.

Sarhoş şaraptan bıktı, şarap kadehten taştı, inkılâp Marx'ı aştı.

Aşk bitti ve ayrıldılar.

Nazım yeni bir aşktaydı çoktan... 1949'da Bursa cezaevinde dayısının kızı Münevver'e tutulmuştu. Boşandığı 1951 yılında Münevver'den bir oğlu oldu.

Yeniden içeri alınacağını hissedince, "7 tepeli şehrinde bırakıp gonca gülünü" yurtdışına kaçtı. Vatandaşlıktan çıkarıldı ve yeniden başladı hasret mektupları... Bu kez mektupların üzerinde Münevver'in adresi yazılıydı:

Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli
Belini sarmayalı
Gözünün içinde durmayalı
Aklının aydınlığına sorular sormayalı
Dokunmayalı sıcaklığına karnının
Yüz yıldır bekliyor beni
Bir şehirde bir kadın
Aynı daldaydık, aynı daldaydık
Aynı daldan düşüp ayrıldık
Aramızda yüz yıllık zaman
Yol yüz yıllık

Sonra yüz yıldır bekleyen o kadın, oğlunu sırtlayıp çıkageldi bir gün; yüz yıllık yolu aşarak...

Lâkin hasret bitince bitti aşk.

Nazım yeni bir aşktaydı çünkü...

1959'da Vera ile evlendi. 1963'te öldü.

* * *

3 Haziran, 35. ölüm yıldönümü Nazım'ın...

Tesadüfe bakın ki, uzaktaki bir kadına yazdığı mektupların yayınlandığı hafta, "yüz yıldır bekleyen" öbür kadının ölüm haberi geldi uzaklardan...

Münevver'in kansere yenik düştüğünü öğrendiğimiz hafta Piraye'ye yazdığı mektuplar vardı gazetelerde... Şöyle diyordu mektuplardan biri: "Canım karıcığım. Birbirimizden uzak olmak, birbirimize sokulamamak ne korkunç şey, fakat bu korkunçluğun ne tuhaf, ne acı bir tadı var."

Galiba en çok bu tadı sevdi Nazım... Aslında O'nun sevdiği, kadınlar değil, sevme fikriydi... Kadınlar sadece öznesiydi o sevginin; nesnesi oldukları anda değiştirdi onları... O'na aşkı anlatabilmek için vesileler, ilhamlar lâzımdı... Son şiirlerinden birinde, "Üstümüze yazdıklarımın hepsi yalan" dedi, "Onlar olan değil, olmasını istediklerimdi aramızda..."

Sevgiyi, yaşamaktan çok yazmayı sevdi... Ve onca aşktan damıttığını iki sözcüğe sıkıştırıp özetledi:

"Aslolan hayattır".